21 Eki 2008

De Bono, sezgi, bilgi birikim

De Bono(1985), sezgi sözcüğünün iki anlamda kullanıldığını ifade eder. Her ikisinin de doğru olduğunu fakat beynin çalışması bakımından ele alındıklarında bu iki anlamın birbirinden tümüyle farklı olduğunu belirtir:

1. “Sezgi, ani bir kavrayışı belirtir.”

Bu anlamıyla, bir şekilde algılanan bir şeyin, aniden başka bir şekilde algılanmasını tanımlar. Bu tür algılama geçişleri sonucu yaratıcı bir kavram ( ya da eylem), bilimsel bir keşif ya da matematiksel bir atılım ortaya çıkabilir.
Ani kavrayıştaki en önemli ilke, geçmiş yaşantılardan, zihindeki tasarım ve kavramlardan yararlanıp içinde bulunulan durumun çaşitli yanlarının ve özelliklerinin bütünüyle görülmesi ve aralarında anlamlı bir bağ kurulabilmesidir. Bu, insan görüşünün yeniden örgütlenmesidir. Buradaki asıl nokta, bir araya gelme ve anlamlı bir bağ kurma olayının hiçbir mantıksal süreçle gerçekleştirilemeyeceğidir. (De Bono, E., 1997?1985 Altı şapkalı düşünme tekniği, çv: Tuzcular, E., Remzi kitabevi, İstanbul) orjinali 1985 ceviri 1997 galiba sor

2. “ Sezgi, bir olayın çok çabuk kavranması ya da anlaşılmasını tanımlar.”

Bu anlamıyla sezgi, deneyime dayanan, karmaşık bir karar verme mekanizmasının sonucudur. Bu kararları nasıl verdiğimizi açıklamak, hatta sözcüklerle ifade etmek büyük bir olasılıkla imkansızdır.( de bono bu iki anlamda büyük bir bilgi ve deneyim birikiminden bahseder.)

20 Eki 2008

Lawson, tasarım süreci

Lawson’a (1997) göre tasarım süreci araştırmalarında başlıca beş yaklaşım vardır.
1. “ Oturup tasarım hakkında düşünebiliriz. Bu tasarım araştırmalarının ilk yıllarında yaygındı. Yazarlar, gözlemledikleri bir süreci değil, mantıklarına göre olması gerektiğine inandıkları bir süreci anlatıyorlardı.
2. Tasarımcıyı bir laboratuara koyarak, onu sıkı deneysel koşullar altında gözlemleyebiliriz. Bu oldukça iyi bir araştırma şekli olarak görülebilir fakat, tasarımcıların pratikte yaptıklarını yeterince gerçekçi birbiçimde nakletmeleri oldukça güçtür. Yine de, bu tür deneylerin sonuçları, daha gerçekçi ortamlarda yapılacak araştırmalar için fikir vermektedir.
3. Tasarımcıları işlerinin başında, sahada ya da stüdyoda inceleyebiliriz. Bu daha gerçekçi bir yöntem gibi görünse de, çok nadir olarak faydalı bilgiler vermektedir. Ne yazık ki tasarım sürecinde gerçekleşen en ilginç şeyler, görünenlerden çok tasarımcının zihninde saklı kalanlardır. Eğer sadece tasarımcıların söylediklerini dinler ve yaptıklarını izlersek muhtemelen asıl eylemi kaçırmış oluruz.
4. Tasarımcılardan yaptıkları şeyi anlatmalarını isteyebiliriz. Bu onlarla görüşerek ya da süreçleri hakkında yazdıklarını okuyarak olabilir. Ancak, tasarımcıların yazdıklarının yanıltıcı olduğuna dair kötü bir şöhretleri vardır, bunun birkaç sebebi olabilir: İlki, tasarımcıların yazılı olarak iyi birer iletişimci olmamalarıdır. İkincisi, genelde açıklamak için değil etkilemek için yazıyor olabilirler ve şüphelerini ve yetersizliklerini açığa çıkarmak istemezler. Üçüncüsü, tasarımcılar tasarımlarını müşterilere “satmak” durumunda olduklarından, zorlu yollardan geçtikleri tüm süreçleri rasyonalize etme yolu geliştirmiş ve “doğru” yanıt olarak sumak istedikleri mantıklı, değişmez bir gelişimi göstermektedirler. Tasarımcılar kişisel bir projeleri hakkında değil de bütünsel olarak süreçleri hakkında, gizli bir yolla görüşme yapılırsa bu problemlerden bazıları elenebilir.
5. Son olarak, tasarım sürecini simule etmeye çalışabiliriz. Böyle bir yöntem büyük olasılıkla ilk yöntemin bir uzantısı olacaktır, çünkü tasarlayabilen bir bilgisayara sahip olsak bile, bir insanla aynı yöntemleri kullanacağının bir garantisi yoktur.” (Lawson, 1997)
Lawson bu araştırması sonucunda yaklaşımların hiçbirinin aradığımız yanıtın tamamını vermediğini belirtir.(Lawson, B., 1997. How Designers Thinking, Architectural Press, Oxford)

Cross, A Design intelligence

Tasarımın içerdiği ve kullandığı bilgi türleri, sadece bilimsel bilgi değil, aynı zamanda sembolik ve metaforik anlamlandırmalar, sezgisel bilgi ve eylemden edinilen bilgidir. Geleneksel görüşe göre, zekanın ve becerinin, sözel ve sayısal dil sistemlerinin edinilmesiyle bağlantısı vardır. Sezgisel düşünce, sembolik anlamlandırma ve somut öğrenme, yüksek zekanın göstergeleri olarak haklı yerlerini alamamışlardır. (Cross, A., 1986. Design İntelligence: the use of codes and language systems in design, Design Studies, Vol7 no1, pp 14-19)

Duygusal Zeka


Son yılların en büyük sansasyonel atılımı ise "duygusal zeka" görüşü bazı Amerikalı psikologlar tarafından ortaya atılmıştır. "Duygusal zeka" terimi, ilk olarak 1990'da Harvard Üniversitesi'nden psikolog Peter Salovey ve New Hampshire Üniversitesi'nden psikolog John Mayer tarafından kullanılmıştır. Daha sonra Harvard Üniversitesi'nden ve The New York Times'da davranış ve beyin bilimleri konularından sorumlu psikolog Daniel Goleman tarafından geliştirilmiş ve duygusal zeka becerilerinin, bilişsel zeka dediğimiz (IQ) 'dan daha önemli olduğunu 1995 yılında yayınlanan "Duygusal Zeka" adlı kitabında kanıtlamaya çalışmıştır.


Dr. Daniel Goleman, "duygusal zekayı kişinin kendi duygularını anlaması, başkalarının duygularına empati beslemesi, ve duygularını yaşamı zenginleştirecek biçimde düzenleyebilmesi yetisi" olarak tanımlıyor. Goleman'a göre beynin düşünen parçası, beynin duygusal parçasından ürüyor. Beynin düşünen ve duygusal parçaları genelde yaptığımız her şeyde birlikte çalışıyor



Duygusal Zeka ve Bilişsel Zeka


Sosyalbilimciler, bir insanın IQ'sunu tam olarak neyin oluşturduğu konusunda tartışıyorlar fakat birçok uzman, bellek, sözcük dağarcığı, anlama, sorun çözme, soyut muhakeme, algılama, bilgi işleme ve görsel-motor becerilerini içeren, hem sözel hem de sözel olmayan yetenekleri belirleyen Wechsler Zeka Ölçüleri gibi standartlaştırılmış zeka testleriyle ölçülebileceği konusunda hemfikirdir.


Duygusal zeka (EQ)'nun anlamı daha karışıktır. Salovey ve Mayer duygusal zekayı ilk olarak şöyle tanımlamışlardır: "Kişinin kendisinin ve diğerlerinin hislerini ve duygularını izleme, bunlar arasında ayırım yapma ve bu bilgiyi düşünce ve eylemlerinde kullanma becerisini içeren, sosyal zekanın bir alt kümesidir".


Gerçek şu ki, duygusal zeka asla ölçülemeyecek de olsa, yine de anlamlı bir kavramdır. Nezaket, kendine güven ya da saygı vb. gibi kişisel ve sosyal özellikleri kolayca ölçemesek de, çocuklarda bunları kolayca tanıyabilir ve önemleri konusunda hemfikir olabiliriz.


Duygusal zeka becerileri, bilişsel (Intelligence quotient-IQ) becerilerin karşıtı değildir, daha çok kavramsal düzeyde ve gerçek dünyada dinamik bir etkileşim halindedirler. Belki de bilişsel zeka ile duygusal zeka arasındaki en önemli fark, doğanın bir çocuğun başarı şansını belirlemeyi bıraktığı yerden devam etmek üzere ebeveynlere ve eğitimcilere bir fırsat yaratan duygusal zekanın daha az kalıtım yüklü olmasıdır.



Duygu Nedir?


Bir yüzyılı aşkın bir süredir psikologlar ve felsefeciler "duygu"'nun ne anlama geldiği konusunda tartışıyorlar. Oxford ingilizce sözlüğü, duygu'yu "herhangi bir zihin, his, tutku çalkantısı ya da devinimi; herhangi bir şiddetli ya da uyarılmış zihinsel durum" olarak tanımlıyor. Amerikalı psikolog Dr. Daniel Goleman duyguyu bir his ve bu hisse özgü belirli düşünceler, psikolojik ve biyolojik haller ve bir dizi hareket eğilimi anlamında kullanıyor. Karşımları, çeşitlemeleri, mutasyonlarıyla yüzlerce duygudan söz edebiliriz. Tüm araştırmacılar aynı kanıda olmasa da bazı kuramcılar temel duygu kümeleri olduğunu öne sürüyor. Bu kümelerin başlıca adayları ve bazı üyeleri şöyle:

California Üniversitesi'nden Paul Ekman'ın keşfine göre belirli yüz ifadelerinden dördünün (korku, öfke, üzüntü, zevk) sinema ya da televizyonla karşılaşmamış oldukları tahmin edilen okuma yazma bilmeyenler de dahil olmak üzere, dünyanın değişik kültürlerinden insanlar tarafından tanınmasının de duyguların evrenselliğini gösterdiğini ileri sürmüştür. Ekman, Yeni Gine'nin ücra yaylalarında tecrit edilmiş halde yaşayan Taş Devri'nden kalma Fore kavmine varıncaya en uzak kültürlerin insanlarına göstermiş ve nerede olurlarsa olsunlar, insanların aynı temel duyguları tanıdığını görmüştür.


Dr Daniel Goleman da duyguları kümeler ya da boyutlar bağlamında düşünmekte ; öfke, üzüntü, korku, zevk, sevgi, utanç ve benzeri başlıca kümeleri duygusal hayatımızın sonsuz çeşitliliğinin bir kanıtı olarak görmektedir. Bu kümelerden her birinin özünde, temel bir duygusal çekirdek bulunduğunu ve bu çekirdekten temel duygunun akrabalarının sayısız mutasyonlarla halkalar halinde yayıldığını vurgulamaktadır. Dr. Goleman dış halkalarda ruh halleri olduğunu; teknik açıdan bunların duygudan çok daha sessiz ve kalıcı olduğunu belirtmektedir.(bütün gün öfkenin hararetine kapılmak ender rastlanan bir durumken, örneğin hırçın ve sinirli bir ruh hali içinde bulunmak o kadar ender görülen bir hal değildir ve bu ruh hali daha kısa süreli öfke nöbetlerini kolayca başlatabilir). Ruh halinin ötesinde mizaç, yani insanları melankolik, çekingen ya da neşeli yapan belli bir duygu ya da ruh halini uyandırma eğilimi vardır. Bu tür duygusal yatkınlıkların ötesinde de; klinik depresyon-ya da insanın kendisini zehirleyen bir duruma mahkum olduğunu hissettiği-sürekli kaygı gibi bariz duygu bozuklukları bulunmaktadır.



(Uluoğlu,B.,2001, Mimarlığın ve Mimarın Olası Bilgi Alanları Üzerine)den alıntılar

Gardner, H., : Gardner ın tezi insanda farklı zekalar olduğu. (kişiselliği ilk ortaya çıkarma çabası gibi ama hala nesnellik üzerinden.), Bunu savunduğu kitabı,Frames of Mind da Linguistik, Müzikal,lojik-matematik, mekansal, bedensel-kinestetik, Kişiye ait(kişisel ve kişiler arası) bu daha sonra duygusal zeka olarak adlandırılmış. yedi zekadan bahseder. 2000 yılı 'scientific American' dersisinin 'intelligence' özel sayısında bunlara doğal ve varoluşsal kategorilerini de eklemiştir. yine kategoriler, zeka kavramının kategoriler aracılığı ile parçalanışı) DİKME YERİNE YENİDEN PARÇALAMA

D.Goleman'ın Duygusal Zeka kitabında da, artık akademik zekanın insanların başarı ya da başarısızlıklarını açıklamakta yetersiz kaldığı, akademik zekası yüksek olup da hayatta başarısız ya da uyumsuz olan kişilerin neden böyle olduklarının bu yolla bu yolla açıklanabileceği tartışılır. ...fazla bilinçliliğin insanı kilitlediği sabitfikriyle bağlantılı açıklıyor Uluoğlu, 'kendini akışa bırakmak'la ilgili açıklamalarını doğru bulmuyor. alıntı yapmış:

" Öyle bir kendinizden geçiyorsunuz ki, orada yokmuşsunuz gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Ben bunu pek çok kez yaşadım. Sanki elim bana ait değilmiş ve olup bitenlerle hiçbir ilişkim yokmuş gibi. Sadece orada huşu ve hayranlık içerisinde oturup, izliyorum. Ve o kendiliğinden akıp gidiyor." Sevdikleri bir işi yaparken kendilerini aşma hissine kapılan insanların hemen hepsi bu türden açıklamalar yapar. Uluoğlu bu hissi şöyle tanımlıyor: bütün taşlar yerlerine oturuyorlar ve ben her birini yerleştirdikçe bundan haz alıyorum. belki diyor bu akış "duyguların tamamen performans ve öğrenimin hizmetine verilmesidir."s118 bak


4 Eki 2008

bir başlayalım...

Tasarım süreci zamansal bir aralık olarak ele alınacaktır. Tasarım sürecini yavaşlatılmış bir film gibi ele aldığımızda, bu sürecin iki farklı ucu olarak gözüken tasarım ürününün(nesne) ve tasarımcının(özne) varlık olarak birbirlerine doğru yayılan bir harekette bulunduklarını söyleyebiliriz.

Sahip olduğu birikimleri ve deneyimleri ile tasarımcı, tasarım sürecinde tasarım anına doğru hareket eder.(akar) Bu hareket esnasında sahip olunan birikimler dinamik bir hareket içindedir ve tasarım anında ön göremediğimiz bir farkındalık ve bilme hali yaratarak yeni bir durumun açığa çıkmasını sağlarlar. Tasarımın bu önceden öngöremediğimiz hali onu ortaya çıktığı ana özel yapar. tasarımın o anda gerçekleşen farkındalık halimin ürünü olarak ortaya çıkışı, planladığım ve öngördüğüm durumların ötesinde bir duruma sıçramama sebep olur. bu tasarımın nesnesinin ötesine geçer. Tasarım niteliksel olarak gerçekleşmiş olur.