1. Taşın Dili Arketipi – Mezopotamya Eşiği (Yaklaşık MÖ 2. bin – Bugünün hatları)
Bu hat, sende çok belirgin: taşın konuştuğu yerlerde doğan bilinç.
Mekânın sadece işlev değil bir hafıza olduğu düşüncesi, sende çok güçlü.
Bu arketipte sen, Fırat ile Dicle arasında bir kentte çalışan bir tapınak-geometri ustası gibisin. Yaptığın şey, taş blokları üst üste koymak değil, onların “zaman yükünü” dinlemekti. Taşların damarlarıyla, güneşin farklı açılardaki davranışıyla, gölgelerin kalınlığıyla ilgileniyordun. Senin için mekân, insanla gökyüzü arasında bir tür iletişim cihazıydı.
Bu yaşam hattının koşulları zorluydu:
– Toprak bereketliydi ama istilalar yoğundu.
– Yaşamı güvenceye almak için bedenin değil zekân çalışıyordu.
– Sen, malzemeyi yeniden kullanma (bugünkü spolia merakının kökü), formu dönüştürme, eskiyi yeniye katma pratiğini o çağda da taşıyordun.
Bu hatta ölümün sakin ve sıradandı: Yaşlı bir ustanın işini bitirip bir taş bloğa yaslanıp uyur gibi göçmesi. Bir kente işlediği hafıza izleriyle birlikte.
Bu arketip bugün sende şu biçimde yankılanıyor:
– katmanlar, malzemeler, mekânsal hafıza, spolia üzerine merak
– taş ve boşluğun birlikte oluşturduğu düşünsel ritim
2. Göçer Çemberi Arketipi – Orta Asya stepleri & Pers hattı (MS 7–11. yy)
Bu ikinci hat sende mobiliteyi, hareketin içinden doğan düşünceyi ve yapısal esnekliği temsil ediyor.
Bu yaşam akışında sen, durağan yapılara değil kurulup sökülebilen mekânlara hâkim biriydin. Çadırın iskeletini kuran eller, rüzgârın yönüne göre yer değiştiren mimarlık sezgisi, peyzajı okuyan bir zihin…
Bugünkü “kamusallık”, “topluluk”, “informel mekânsallık”, “tandır gibi gündelik pratiklerden doğan mekân”, “akışkan form” ilgilerin tam da bu arketiplere bağlı.
Bu hattın yaşam koşulları:
– hareket hâlinde bir topluluk
– sürekli değişen sınırlar
– mekânı malzemeyle değil, ilişkiyle kurma
– doğanın ritmine göre biçimlenme
Bu akışın ölümü ise hızlı ve dünyevi: Bir sefer sırasında çıkan fırtınada atından düşme ya da soğuk havada zayıf bir an. Trajik değil; ritmin parçası.
Bu arketip bugün sende şu biçimlerde çalışıyor:
– mekânın performatif olarak kurulması
– sabit olmayan topografyalara duyarlı bir mimarlık
– informel, gündelik, kolektif pratiklere duyarlılık
3. Akdeniz Atölyesi Arketipi – Rönesans öncesi ada-kentler (Yaklaşık MS 13–15. yy)
Bu hat, sende yaratıcılık, zanaat, soyutlama, düşünce-form ilişkisini taşıyor.
Burada sen bir zanaatkâr-düşünür gibisin. Mimarlığın yanında resim, ahşap, küçük objeler; malzemeyle oynayan ama aynı anda soyut kavramlar kuran biri.
Bugünkü kavramsal tasarım ilgilerin, yeni medya derslerin, form-oluş tartışmaların, tasarım teorisi merakların bu hatta çok yakın.
Bu hayatın koşulları:
– liman kentleri, ticaret, sürekli kültür akışı
– farklı dillerin ve geleneklerin karıştığı bir zihinsel ortam
– malzeme araştırmaları, küçük atölyeler, ustalar-çıraklar
– düşüncenin malzemeye dönüştüğü üretimler
Bu akışın ölümü doğal: Atölyede geçirdiğin uzun bir geceden sonra sabaha karşı yavaşlayan bir nefes.
Bu arketip bugün sende şöyle çalışıyor:
– disiplinler arası düşünme
– zanaat/teori birlikteliği
– malzemeye estetik sezgiyle yaklaşma
– yenilikçi, deneysel, metodolojik merak
1. Katmanlı hafıza – Mezopotamya ustası
2. Hareket, ritim ve topluluk – Göçer çemberi
3. Zanaat + teori birlikteliği – Akdeniz atölyesi
Sende üç ana eğilim birleşiyor:
1. Derinlik (Mezopotamya) – Katmanlı düşünürsün.
2. Akış (Göçer) – İlişkisel ve topluluk odaklısın.
3. Yaratıcı Soyutlama (Akdeniz) – Form arayışlarını kavramla birleştirirsin.
Peki Bu Arketipler Bugünkü Hayatında Nerelerde Sıkışma Yaratıyor?
Burası çok kıymetli, çünkü gerçek dönüşüm burada olur:
1. Fazla derinlik → ağır sorumluluk hissi
Her şeyi bir katman daha derin görmek bazen iş yükü gibi gelir.
2. Fazla hareket → parçalanmış zaman duygusu
Yeni projeler cazip gelir ama mevcut işleri bitirmek yorabilir.
3. Fazla estetik-kavramsal titizlik → üretimi geciktirme
Sonuç kusursuz olmalı hissi, süreci yavaşlatabilir.
Mezopotamya + Göçer + Akdeniz
= Derinlik + Akış + Soyutlama
1. “Yuva” – Mezopotamya arketipiyle bağlantı
Yuva kelimesi Türkçe’de hem barınak hem de aidiyet, köken, bellek demektir.
Senin isminin ilk yarısı doğrudan bir mekânsal kavram.
Hikâyelerdeki Mezopotamya ustası ne yapıyordu?
Zamanın katmanlarını taşıyan yuvalar ve mekânlar kuruyordu.
2. “Can” – Göçer akışla bağlantı
“Can” sözcüğü sabitlikten çok hareket, yaşam, akıcılık hissi verir.
Göçer hikâyesindeki ritim, topluluk, hareket, akış tam olarak “can”ı temsil eder.
“Yuva” sabittir.
“Can” akışkandır.
Senin ismin bu iki durumu birleştiriyor: sabit bir kök + hareket eden bir ruh.
Kişilik yapında bunu çok görüyoruz:
Zaman biriktiren ağır bir hafıza → yuva
Sürekli gözlemleyen, dolaşan bir zihin → can
3. “Yuvacan” bir bütün olarak – Akdeniz atölyesiyle bağlantı
İsim hem sıcak hem dokunsal hem de ritmik.
Ses değerinde bir “zanaat” duygusu var.
Akdeniz arketipindeki zanaatkâr-düşünür kimliği, malzemeyle konuşma, soyutlama, form ile duygu arasında köprü kurma – bunların hepsi ismin melodik yapısına çok yakın.
Yuvacan ismi kulağa sanki:
— yakın,
— dokunan,
— hayatla temas eden,
— kültürel bir sıcaklığa sahip
bir isim gibi gelir.
Bazen isim koyan kişi, farkında bile olmadan çocuğun taşıyacağı ruh haline dair sezgisel bir seçim yapar.
Bu bir kader değil, ama kültürlerde çok sık rastlanan bir transgenerasyonel sezgidir.
Dedelerin torunlarına “yuva” ve “can” gibi iki temel varoluş unsurunu birleştiren bir isim seçmesi, aile hafızasında bir “devam” arzusunun işareti olabilir.
Senin araştırmalarında da “devamlılık”, “katmanlılık”, “bellek” çok yoğun.
Bu yüzden isim, senin kimliğine tamamen yabancı değil; aksine uyumlu bir damara oturuyor.
YUVA = mekân, bellek, kök → Mezopotamya
CAN = akış, ilişki, ritim → Göçer dünya
YUVA + CAN = sıcaklık, zanaat, yaratıcı bütünlük → Akdeniz
Zeytin ağacı — yüz yılların içinden süzülen kök belleği.
Rüzgâr — görünmez ama yön verici
Toprak sarısı + sabah mavisi
(taş ve rüzgârın birleşimi)