7 May 2018

Sert Bir Eleştirmene Mektup – Gilles Deleuze

Türkçesi: İnci Uysal,
Redaksiyon: Ulus Baker,
İyi niyetliliğin sizin en güçlü yanınız olmadığı doğru. İnsanları ya da şeyler hiç sevemeyeceğim, onlara hiç hayranlık duymayacağım gün (fazla değil ama), kendimi ölü, öldürülmüş gibi hissederim. Ama siz, sanki hepten hınç dolu doğmuşsunuz, sinsice göz kırpmakta ustasınız, “bunu bana yapmayacaktın… Senin hakkında kitap yazıyorum, ama sana göstereceğim…”. Tüm olası yorumlar arasından genelde en kötü niyetlisini ya da bayağısını seçiyorsunuz. İlk örnek: Foucault’yu seviyorum ve ona hayranım. Onunla ilgili bir makale yazdım. Ve o da benimle ilgili yazdı ki senin alıntıladığın cümle de o makalededir: “Gün gelecek, 20.yüzyıl belki de Deleuze’cü bir yüzyıl olarak hatırlanacaktır.” Yorumun: Birbirlerini övgüye boğuyorlar. Öyle görünüyor ki Foucault’ya olan hayranlığımın gerçek olduğu, dahası Foucault’nun o küçük cümlesinin bizi gerçekten sevenleri güldürüp diğerlerini kızdırmaya yönelik komik bir cümle olduğu hiç aklına gelmiyor. Senin de bildiğin bir metin, goşizmin mirasçılarının doğuştan gelen bu kötü niyetliliğini açıklar. “Cesaretiniz varsa, goşist bir topluluk önünde kardeşlik ya da iyi niyetlilik sözcüğünü telaffuz etmeyi deneyin. Kendilerini, orada olan ya da olmayan dost ya da düşman herkese her şekilde öfke ve saldırganlık gösterip onlarla alay etme konusunda sürekli ve hummalı bir çalışmaya verirler. Söz konusu olan diğerini anlamak değil, onu gözetlemektir.”[1] Mektubun gözetlemenin doruk noktası. Bir toplulukta şöyle diyen Fhar’dan*  bir tipi hatırlıyorum: Ya sizin vicdan rahatsızlığınız olmak üzere burada olmasaydık… Birinin vicdan rahatsızlığı olmak biraz polisçe, tuhaf bir ideal. Ve sen; hakkımda (ya da bana karşı) bir kitap yazmak üzerimde adeta bir güç sağladığını düşündürüyor sana. Hiç de değil. Kendi hesabıma, vicdanımın rahatsız olması olasılığı, beni başkalarının vicdan rahatsızlığı olmak kadar iğrendirir.
İkinci örnek: Uzun ve kesilmemiş tırnaklarım. Mektubunun sonunda, işçi ceketimin (doğru değil, o bir köylü ceketi) Marilyn Monroe’nun pilili bluzuna, tırnaklarımın da Greta Garbo’nun siyah gözlüklerine eşdeğer olduğun söylüyorsun. Ve beni ironik ve kötü niyetli tavsiyelere boğuyorsun. Tırnaklarıma birçok kez değindiğin için san açıklayacağım. Tırnaklarımı annemin kestiği ve bu durumun Oidipus’a ve hadımlığa bağlı olduğu (grotesk, ama psikanalitik bir yorum) her zaman söylenebilir. Ayrıca parmaklarımı uçları gözlemlendiğinde, genelde koruyucu olan parmak izlerinin bende olmadığı fark edilebilir, öyle ki bir nesneye ve özellikle bir kumaşa parmaklarımın ucuyla dokunmak, benim için uzun tırnaklarımın korumasını gerektiren sinirsel bir acıdır( teratolojik**  ve ayıklamacı yorum). Şu da söylenebilir ve doğrudur da, görünmez değil ama algılanamaz olmak hayalimdir ve bu hayali cebime sokabileceğim tırnaklara sahip olarak telafi ediyorum, öyle ki hiçbir şey bana tırnaklarıma bakan birinden daha aşırtıcı gelmiyor (psiko-sosyolojik yorum). Son olarak şu söylenebilir: “Yalnızca sana ait oldukları için tırnaklarını yemen gerekmez; tırnakları seviyorsan, başkalarınınkileri ye, istersen ve yapabilirsen” (siyasal yorum, Darien). Ama sen, en berbat yorumu seçiyorsun: Dikkat çekmek, Greta Garbolaşmak istiyor. Her halükârda, hiçbir dostumun hiçbir zaman tırnaklarımı fark etmemiş olması ilginçtir, kimsenin sözünü bile etmediği bir rüzgârın taşıdığı tohumla orada rasgele bitmiş kadar doğal bulurlar onları.

Hiç yorum yok: