28 Eyl 2008

bekle Beyrut...

bekle Beyrut gözlerime siyah sürme çekip geleceğim.

24 Eyl 2008

SEZGİ durumu tüm ihtimallerine bölme, seçme ve sıkıştırma
tasarımın hayatımıza dahil oluşu, sıkışmış ihtimallerden herbirinin bir özne tarafından yada durum? açığa çıkarılması.
nicel durumların ötesine geçmek.
cevahir konumu gereği iyi iş yapması ..vs den dolayı değerli, iyi bir yapı gözükebilir. ama nitelik olarak kötüdür. hiç bir noktasına beni dahil etmez, tesadüf barındırmaz...vs

22 Eyl 2008

görünüş öz ayrımı 18 yy sonları hristiyanlık a dayanıyor

Uzun süre Hristiyanlıktan gelmeyen ama Hristiyanlıkla pek de güzel uzlaşan terimlerle düşünülmüştü- mesela görünüş öz ayrımı..bkz syf 20-21

Kant'la birlikte fenomen mefhumunun toptan yepyeni bir kavranışı ortaya çıkar

Kant'la birlikte fenomen mefhumunun toptan yepyeni bir kavranışı ortaya çıkar. Artık fenomen görünüş olmayı bırakacaktır. Fark çok temeldir, felsefenin yeni bir unsura kavuşması için bu fikrin devreye girmesi yeterli olmuştur, eğer fenomenolojinin bir kurucusu varsa onun Kant olduğuna inanıyorum. Fenomenin artık görünüş olarak değil beliriş olarak tanımlandığı(nı) o (a)ndan itibaren Fenomenoloji söz konusudur. Aradaki fark muazzamdır, çünkü beliriş sözcüğünü söylediğimde artık hiç de görünüşten bahsetmiyorum. Bir görünüşü artık bir özle karşılaştırmayı bırakıyorum. Beliriş nasıl beliriyorsa öyle belirendir işte. O kadar. Arkada başka bir şey olup olmadığını sormuyorum. Yanlışmı doğru mu olduğunu sormuyorum. Beliriş asla karşıtlık çiftleri içinde görünüşün özden farklı olduğu kadarıyla ayırt edildiği ikilik çerçevesinde ele alınmıyor.

Fenomenoloji belirişlerin - neyse o olarak- ayrıntılı bilimi olmak ister. ....
meseleyi biraz daha modern kılmak için şunu söyleyeceğim: Ayrıştırıcı görünüş -öz çiftinin yerine ilk defa Kant birleştirici beliriş- anlam çiftini koymuştur. Belirişin anlamı, belirişin ne anlama geldiği. Artık görünüşün altında öz yoktur, belirenin anlamı yada anlamsızlığı vardır. Söylediklerim çok lafta kalıyor gibi olsa da kabul edin ki bu kökten yeni bir düşünce atmosferidir; o kadar ki bu bakımdan hepimizin Kantçı olduğumuzu söyleyebilirim. syf 20

Apriori deneyden bağımsız olan!mitosa boyle mi döneriz acaba?

...apriori, deneyimden bağımsız, deneye dayanmayan demektir; deneyimde verilmiş veya verilebilir anlamına gelen aposteriori'nin karşıtıdır. Nedir apriori olan? Dikkat ederseniz, apriori bir şey var mıdır, başka bir deyişle, deneyimden bağımsız şeyler var mıdır, diye sormuyorum. Varoluş sorusu sonradan gelir...
Diyorum ki, eğer böyle bir şey varsa, deneyimden bağımsız olacak bu şey nedir?
...Kant bunları çok süratli geçmektedir: Bu anlamda apriori evrensel ve zorunlu olandır. Evrensel ve zorunlu olan herşeye apriori denir. Neden? Bu apriori'nin ilk koşuluna cevap veriyor: Deneyimde verilmemiş - çünkü deneyim, tanım icabı, bana özel ve tesadüfi olanın dışında hiçbir şey vermez. Everensel ve zorunlunun ifadeleri her zaman zorunludurlar, ya da, yine, 'her defasında' tipinden ifadelerle verilirler: Suyu 100 dereceye kadar ısıttığım her defasında, kaynayacaktır.

bunu zorunlu olarak degerlendirip deneyim nesnesi dısında olarak tanımlar.

...
Dleuze ın Kant üzerinden Apriori tanımı
1- Deneyden bağımsız olan
2-Evrensel ve zorunlu olan
3-mümkün deneyimin koşullarıdırlar, yani ampirik yüklemlere veya aposteriori yüklemlere karşıt olarak, evrensel yüklemlerdir.

kategoriler: herhangi bir nesnenin yüklemleri.
öyleyse apriori açılmayı bekleyen midir açılımın son indirgenmiş halimi?anlamadım
...Kant'a göre bazı kategori örnekleri sayayım: Birlik, Çokluk, Bütünlük - Kant'ta üçer üçer giderler- Gerçeklik, Yadsıma, Sınırlama; Töz, Neden, Karşılıklılık. Bunlar neden kırmızı, yeşil tipinden yüklemler değil de kategorilerdir? Bunlar kategoriler - ya da mümkün bütün deneyimlerin koşullarıdırlar; çünkü, eğer her nesne 'bir' nesne, ama aynı zamanda 'çok' diye kavrandığı ölçüde nesne oluyorsa, yani bir çoğulluğun birliği ise ve bununla bir bütünlük oluşturmaktaysa, her nesne ne olursa olsun bir gerçekliğe sahiptir demektir. Öte yandan, olmayanları da dışlamaktadır- yadsıma... Yalnızca bununla bile, öyleyse sınırları da var demektir -sınırlandırma. Ne olursa olsun, o bir tözdür. Ne olursa olsun her nesnenin bir nedeni vardır ve kendisi de başka şeylerin nedenidir....syf16

Mümkün deneyimin bütünü herhangi bir anlama sahip midir? Aposteriori alanda dolaşmakla kalırsak bunun hiçbir anlamı yoktur. Çünkü, aposteriori bir alanda hep bir toplama yapmaktayım -güller, gül olmayan diğer çiçekler, çiçek olmayan diğer bitkiler, hayvanlar, vs. Böylece sonsuza kadar gidebilirim ve kimse bana mümkün deneyimin tümüyle karşı karşıya olduğumu söyleyemez. Aksine, deneyim temelinde parça parça, bölük pörçük birşeydir.

Kant üzerine -ulusbakerin onsözü

....Hissedebiliyoruz ki, Kant felsefesi, " her tarafamahkemeler dikerek" ilerlemektedir -- ta ki yaşlılık eseri Yargı Gücünün Eleştirisi'nde yolunu yitirene dek. Ama bu yolunu yitiriş-- yargılama yetisinde "a priori" ilkelerin ve kategorilerin sağlam temellerini kaybetmesi-- Kant felsefesinin en güçlü yanı olarak sunuluyor.

Dikkate değer ikinci nokta, Deleuze'un Kant'ın "kategoriler" öğretisine getirdiği yorumun özgünlüğü. Buna göre kategoriler "zorunlu ve evrensel" olan, dolayısıyla her şeye atfedilebilir yüklemler: rastlantı, zorunluluk, birlik, çokluk, vesaire. Kategorilerin böyle bir tanımı Aristo'da da vardı oysa. Kant'ın Deleuze'ün çok iyi yakaladığı özgünlüğü, Aristo'da kategorilere dahil olan "zaman" ile "mekanı" kategorilerin dışında bırakmış olmasından kaynaklanıyor. Niçin? Çünkü zaman ile mekan artık öznelliğin kuruluş imkanı olarak değerlendirilmelidir. Bunlar bir önermeler mantığının, ya da cebirinin parçası olmaktan çıkarılmalı, Kant'ın "Benim Kopernikçi Devrimim" adını verdiği doğrultuda dünyanın açılımının koşulları haline getirilmelidirler.

Zaman ile mekanın birer kategori olmaktan çıkarılıp varoluş koşulları haline getirilmesi modern felsefenin ve fenemenolojinin başlamasına tekabül ediyor. Yaşantının, deneyimin koşulları nelerdir türünden bir sorudur bu. Ve ilk kez Kant tarafından sorulmuştur.

hani?

hani kazanacakltık yarışmayı sonra beyruta gidecektik.

15 Eyl 2008

Deneyimleme araçları her aşamada nesne ile özne ayrımını fazlalaştırıyorsa deneyim ne kadar gerçek.

kendi elime dokunma örneği Ponty nin. dokunmanın kendisi bedenimi nesneleştirdiğimde farklı birşey oluyor. belki kendimden çok uzaklaşmadan dış bir nesne dışında nesnekleşen kendi bedenim üzerinden kendi kendime deneyimlerle tuhaf örneklemeler yapılabilir.

hopi

Farklı zaman kavrayışlarına sahip farklı toplumlar. Hopiler Edward Sapir

sağ duyu- duyusal zaman
duyusalmekan ortaçağ haritaları.

herşey benmiyim?????

Fenomenoloji deney ve algı dışında düşünce yoluyla da nesneyi kavradığımız düşüncesi.


deneyim ve algının tanımı önemli burda. belki zaman ve mekan ikiliğine indirgenmiş bir algı ve deneyim durumu öznenin dışına atıyor.
ben varım benim yönelimimden dolayı olan var,düşüncede olan var. nesne yani dış ben onu öngördüğüm için mi var sadece..o noktada herşey tekbirşey o da benim.???????
-Edmund husserl fenomenolojinin felsefe gorusunu soyle ifade eder : " pozitivizmin en buyuk hatasi, yalniz duyusal ve bireysel verileri ele almis olmasidir. oysa biz genel objeleri dusunme ile kavramak istiyoruz". yani , fenomenolojinin ele aldigi konu , algisal ve deneysel nesneler dunyasi degildir, tersine nesnelerin ozudur. bir ornekle; "onumde duran masayi ben duyularimla kavriyorum. bu deneysel bir kavramadir. ama masayi butun duyu verilerinden soyutlarsam, geriye yalniz masa ideasi kalir ki , bu masayi masa yapan dusunsel ozdur. " . baska bir deyisle, " masaya bana bildiren duyusal niteliklerinden, renginden, sertliginden, mekanda yer kaplamasindan soyutlarsam, geriye kalan edmund husserlin fenomen dedigi ozdur. fenomenoloji bu ozleri arastirir.(eksi sozl)

Husserl bizim dışımızda olan herşey'e sonsuz iş adını verir.
(Belkıs hoca aklın mimarisi)

Algısal ve deneysel olan değil düşüncede kavranan. Bu yolla aslında felsefeyi yüceltir ve bilimin yaşadığı krize alternatif olarak felsefeyi öne sürer diyebiliriz belki.

felsefede edmund husserl tarafından kurulmuş olan fenomenoloji felsefesi, 20. yüzyılın başlarında pozitivizme ve ampirisizme karşı çıkıyordu. fenomenoloji, felsefenin bilgi, varlık, değer felsefeleri gibi alanlarıyla uğraştığı için tümel bir nitelik taşıyordu. bazılarına göre ise bir felsefe akımı olmaktan çok, bir felsefe yöntemiydi. bu akım da diğer felsefe akımları gibi öz-nesne ilişkisinden yola çıkıyordu.

fenomenolojiye göre nesne, öznenin dış dünya ile girdiği ilişkiler sonucunda duyu organlarıyla algıladığı bir durum, daha doğrusu bir deney verileriydi. aslında bu bakımdan pozitivizm ve ampirisizmle bir farklılık göstermiyordu. ancak tek tek nesnelerin oluşturduğu nesneler dünyası söz konusu olduğunda, pozitivizm ve ampirisizmden farklı bir tavır ortaya çıkıyordu. husserl’e göre nesneler dünyada ancak ‘rastlantı’ kategorisi ile kavranabilirdi. yani diğer iki felsefenin iddia ettiği gibi, nesneler dünyasında mutlak geçerliliği olan yasalar, daha doğrusu doğa yasaları egemen değildiler.

neden-sonuç ilişkisi içinde ele alınan doğa yasaları, husserl’e göre, belli bir takım koşullar altında elde edilen sonuçlar ışığında bir kesinlik değeri taşıyorlardı. koşullar değiştiğinde ise, farklı sonuçlar elde edilecek ve doğa yasalarının genel geçerlilik iddiaları söz konusu olamayacaktı. bu nedenle de nesneler dünyası ancak rastlantı kategorisiyle kavranabilirdi hesserl için. ampirik olarak algılanan nesneyi yadsımayarak, tam tersine onu kayıtsız şartsız kabul eder ve dünya her türlü kuşku ve yadsımaların üzerinde varolarak, dünyanın bu biçimde kabulüne fenomenoloji ‘doğal tavır’ gösterir. dünyanın varoluşunu bu şekilde kabul eden doğal tavır içeriğinde adeta naif ve dogmatik bir realisttir. bu da pozitivizm ve ampirisizm ile buluşan bir düşünce oluyor tabi.

bu tavrı aşmak için ikinci bir ‘fenomenolojik indirgeme’ diye adlandırılan bir tavır geliştirir. bu tavır ise husserl’in yapıtlarında ‘parantez içine alma’, ‘etkisiz kılma’, ‘dışarda bırakma’, ‘engelleme’, ‘soru konusu yapma’ deyimleriyle isimlendirilmektedir. bu şekilde bir adım daha atar ve bu kez de fenomenolojik indirgemeyi özneye yöneltir. artık özne paranteze alınır. çünkü özne de psişik ben’i, bilinci, öznelliği bakımından nesneler dünyasının bir parçasıdır. özetleyecek olursak, amaç dünyanın özünü, onu rastlantısal dış görünüşlerden soyarak ortaya çıkarmaktır. böylece nesneler dünyası için ‘salt öz’ (eidos), ‘salt varlık’ (essentia) düzlemine erişmek için yapılan eylem gerçekleşir.

yiğit tuncay.kasım-1994 tarihli yeni insan dergisi'nin 26. sayısında yayınlanmıştır. (yazıdan bir alıntı)



husserl fenomenolojisinin felsefe görüşü şöyle özetlenebilir: pozitivizmin en büyük hatası, yalnız duyusal ve bireysel verileri ele almış olmasıdır. oysa fenomenoloji genel objeleri düşünme ile kavramak ister. yani, fenomenolojinin ele aldığı konu, algısal ve deneysel nesneler dünyası değildir, tersine nesnelerin özüdür. bir örnekle; "önümde duran masayı ben duyularımla kavrıyorum. bu deneysel bir kavramadır. ama masayı bütün duyu verilerinden soyutlarsam, geriye yalnız masa ideasi kalır ki , bu masayı masa yapan düşünsel özdür. başka bir deyişle, masayı bana bildiren duyusal niteliklerinden, renginden, sertliğinden, mekanda yer kaplamasından soyutlarsam, geriye kalan fenomen denilen özdür. fenomenoloji bu özleri araştırır.
fenomenolojinin peşinde olduğu kesinlik sokrates’ten beri ardına düşülmüş bir kesinliktir. öyle ki, husserl’e göre felsefedeki sokates-platon devriminde olduğu gibi, yeni çağın başlarındaki skolastiğe karşı bilimsel tepkilere, özellikle descartesçı devrime böylesi tam bilinçli bir kesin bilim olmayı isteme egemendi.
pozitivizme ve ampirisizme karşı çıkan fenomenoloji, bilgi, varlık, değer felsefeleri gibi alanların hepsiyle uğraştığı için tümel bir nitelik taşır. bazılarına göre ise bir felsefe akımı olmaktan çok, bir felsefe yöntemidir. bu akım da diğer felsefe akımları gibi öz-nesne ilişkisinden yola çıkar. neden-sonuç ilişkisi içinde ele alınan doğa yasaları, husserl’e göre, belli bir takım koşullar altında elde edilen sonuçlar ışığında bir kesinlik değeri taşırlar.. koşullar değiştiğinde ise, farklı sonuçlar elde edilecek ve doğa yasalarının genel geçerlilik iddiaları söz konusu olamayacaktır. bu nedenle de nesneler dünyası ancak rastlantı kategorisiyle kavranabilir husserl için. ampirik olarak algılanan nesneyi yadsımayarak, tam tersine onu kayıtsız şartsız kabul eder ve dünya her türlü kuşku ve yadsımaların üzerinde varolarak, dünyanın bu biçimde kabulüne fenomenoloji ‘doğal tavır’ gösterir. dünyanın varoluşunu bu şekilde kabul eden doğal tavır içeriğinde adeta naif ve dogmatik bir realisttir. bu da pozitivizm ve ampirisizm ile buluşan bir düşünce izlenimi yaratır.
husserl’de fenomenolojik bakışın üç basamağı vardır. birinci basamak, reel içkin ya da aynı şey demek olan tam kendine verilmişliğin kuşku dışı bırakıldığı, her türlü aşkın koyumun dışarıda bırakılıp fenomenolojik indirgeme yapıldığı aşamadır. (‘verilmişlik’, var dediklerimizin olsa olsa özneye, bilinç edimlerine verilenler olduğu, bunun ötesinde bir varolandan söz edilemeyeceğini anlatmak üzere kullanılmış bir kavramdır.) ikinci basamak, descartesçı cogitiatonun fenomenolojik indirgemeye tabi tutulduğu basamaktır. descartes, kesin bilgi arayışında, kendisinden yola çıkılacak şeyin ‘düşünen ben’ olduğunu söylemişti. husserl’e göre ise zihinsel etkinlikte bulunan ben, nesne, zaman içindeki insan, şeyler arasındaki şey vb. saltık verilmişlikler değildir. zihinsel etkinlikte bulunan ben de fenomenolojik indirgemenin alanına girecek, ayraç içine alınacaktır. üçüncü basamak, saf apaçıklığı veya kendi kendine verilmişlik çerçevesi içinde bütün verilmişlik biçimlerini ve tüm bağlaşımların araştırıldığı, sonra da hepsi üzerine aydınlatıcı bir çözümlemeye gidildiği aşamadır.

-Merleau-Ponty'nin varoluşçu felsefesini fenomenolojik bir yönde geliştirmiş olduğu bilinir. Merleau-Ponty Edmund Husserl'ın Fenomenolojisinden hareket eder ancak onu çeşitli dönüşümlere uğratarak değerlendirir. Husserl'ın fenomenolojik yönteminin başlangıc kavramlarından olan "yönelmişlik" kavramının, özellikle Merleau-Ponty'de belirgin bir şekilde etkili olduğu söylenebilir. Merleau-Ponty'de kesin bir bilgi aramaktan daha ziyade, asıl olarak belirli bir apaçıklığa ulaşmak ister.

Bu apaçıklık soyut formülasyonlarda degil, deneyimlerimizde, yani "düşünen ben"in deneyimlerinde ortaya çıkar. 20.yüzyıl düşüncesi genelde deneyim ve duyum gibi kavramların yoğun eleştirilerle dışlandığı, önemsizleştirildiği bir dönem olmuştur Felsefe Tarihinde, ancak Merleau-Ponty aksi bir yönde deneyim ve duyum kavramlarını yeniden itibarlandırır. Bu nedenle Merleau-Ponty, Husserl'in varlıklara yönelmişlikten sözetmesi gibi bir yönelimden sözeder. Merleau-Pont için insan demek, "dünyayı kendi gözleriyle gören bir varlık" demektir. Yaşayan, kendi gözleriyle gören ve anlayan bir varlık.

Merleau-Ponty'nin bu yönelmişlik kavramını kullanmasının ardında izini sürdüğü felsefi problematik, yani bir anlamda onun düşünsel etkinliğinin ana teması, Sartre ve diğer Varoluşçularda da görülen, Deskartes'çi felsefenin doğal ögeleri olan Özne-nesne ikiliğidir. Tam bu noktada, Merleau-Ponty'nin temel kavramlarından olan Beden kavramı devreye girer. Beden, burada salt bir biyolojik konu olmaktan çikarılıp felsefi tartışmanın merkezine yerleştirilir. Başkasının varlığı, düşünceyi mümkün kılan fakat nesnel düşünceyi zora sokan bir öğedir. Merleau-Ponty bu zorluğu, Beden ve Ten gibi algıyla, duyumla, deneyimle bağlantılı kavramları felsefi alana taşıyarak aşmaya çalışır. Felsefi düşüncede bütün her şeyin karşısında algıya verilen öncelikli rolün sonucu olarak Merleau-Ponty, beden'i değerlendirir; Beden kavramı üzerinden özne-nesne ikiligini yeniden değerlendirmeye sokar.

Bedenler hem özne hem de nesnedir. Çünkü, Başkasının bedeni, benim için herhangi bir nesne değil, bir kültür nesnesidir. Tıpkı benim bedenimin baskası için olduğu gibi. Başkalarıyla her şeyden önce bu anlamda bir beden olarak karşılaşırız. Bu anlamda beden, okuyup anlamdırılması gereken bir kitap gibidir. Buna göre, Başkası, başka bir bedene sahip olan bir ben 'dir. Merleau-Ponty ile Sartre, siyasal meselerden önce, felsefi olarak bu noktada bir ayrılığa düşerler. Sartre'ın bakışında ben-başkası meselesi genelde olumsuz bir degerlendirmeye sahiptir. "Cehennem Başkalarıdır" anlamında bir değerlendirmeye sahiptir Sartre, oysa Merleau-Ponty olumlu bir konum alır bu noktada, başkasının bedenini kendi bedeni gibi bir özne-nesne olarak düşünür. Başkası, bir başka oarak benimle aynı bedene sahiptir.

Her birimiz bedenlere sahip olarak bir anlam dünyasında yaşamaktayız. Bununla birlikte her birimizin deneyimi tikel ve ayrıcalıklıdır. Merleau-Ponty, buna ve algiya verilen önceliğe bağlı olarak bir yanda "Algının Fenomenoljisi"ni çıkarmaya çalışır; öte yandan aynı yaklaşımın bir sonucu olarak "Göz ve Tin" ile, bedenin dünya ile ilişkileri resmetmeye yönelir.

Phenomenoloji nin kısa tanımını yapalım

. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde görülen bilimlerdeki ve düşüncedeki genel bunalım içinde doğup gelişen bir felesefe akımıdır. Husserlci fenomenoloji, bu bağlamda, Metafiziği sona erdirerek somut yaşantıya dönmek ve böylece tıkanmış olan felsefeye yeni bir başlangıç yapmak iddiasıyla ortaya çıkmıştır.

Bir felsefe akımı olmaktan çok bir yöntem olarak tarif edilmesi yaygındır. Fenomenoloji, her şeyden önce, fenomeni, yani dolaysız olarak verilmiş olanı betimlemeye dayanan bir yöntemdir çünkü. Bunu nasıl yaptığı ya da yapıp yapamadığı, yani yöntemin iddiasını geçerli kılmak bakımından teorik düzlemdeki statüsü tartışılırdır. Öte yandan, fenomenoloji, bu yöntem üzerinden kavramlar ve kategoriler geliştirerek özgün bir felsefe akımı da meydana getirir.

20. yüzyıl felsefesinde ve kuramsal tartışmalarında etkili ve belirleyici bir yere sahiptir Fenomenoloji. Heidegger'den Sartre'a, Frankfurt Okulu'ndan Foucault'a ve Postmodern düşünürlere kadar pek çok düşünür ve felsefe eğilimde etkisi görülür.

Fenomenoloji, (Türkçeye Görüngübilim olarak çevrilir) genel felsefe akımlarında olduğu gibi özne-nesne ilişkisini konu edinir. Nesneyi, en genel anlamda öznenin dış dünya ile kurduğu ilişkilerinde algıladığı, deneyimlediği şey'ler olarak görmesiyle pozitivizm ve ampirizm'le aynı noktada dursa da, temelde fenomonoloji bu iki felsefe akımına karşı çıkar. Bu karşı çıkış en başta, tek tek nesnelerin ele alınması konusunda ortaya çıkar. Tek tek nesneler, Fenomenolojiye göre, belirli genel yasalara bağlı şeyler değil, varlıkları yalnız raslantı kavramıyla açıklanabilir olan şeylerdir. Ayrıca, dolaysız olarak verilmiş olanı betimlemeye dayalı bir yöntem olmasıyla ilkin doğabilimini dışta bırakır ve böylece her iki teorik eğilimi yadsır.

Fenomenoloji, yaygın olarak kullanılan deyişle, öz'lerin araştırılması konusudur. Cünkü, bütün sorunlar sonunda özlerin betimlenmesi sorununa geri götürülebilir. Ancak, bu noktada ayrımı belirginleştirmek gerekir; Fenomonoloji, öz’lerin bilimi degil, öz’ü görüleyen Bilinç’in bilimidir aslında. Algının ya da bilincin özü'nün betimlenmesi sorunu, fenomenolojinin konusudur.

Fenomenolojik bakışa göre, gerçekliğin kendiliği diye bir şey olamaz. Çünkü, gerçeklik, her zaman kendine yönelmiş bir Bilinç tarafından bilinen bir gerçekliktir. Yani kendisine yönelen bilinc tarafından görülen, algılanan ve bilincine varılan bir şeydir. Öyle ise, dünya deneyimlerimizin tamamı, bilinç tarafından kurulmuştur, en somut algılardan en soyut matematik formüllerine kadar. Bu nedenle fenomenoloji, Bilinç'in sistematik incelemesini hedefler. Hareket noktası olarak belli bir epistemolojiye dayanma düşüncesinden uzak durur.

Böylece "fenomenoljik yöntem" denilen nokta öne çıkar. Buna göre, hem bildiklerimiz hem de gerçeklik dışta bırakılarak, bilginin nasıl ve hangi süreçlerde oluşturuldugu/oluştuğu anlaşılmaya çalışılır. Özgün yöntemsel kategoriler geliştirir Fenomonoloji bu noktada. İki temel kategorisi vardır bu yöntemin; „askıya alma“ ve „fenomenolojik indirgeme“.

Bunlar, kısaca belirtilecek olursa, bir yandan verilmiş öğelerin, yani dış görünümlerin raslantılsallığının paranteze alınarak dışta bırakılmasını ve öte yandan da, bilimsel ya da mantıksal olsun, çıkarsama yoluyla türetilmiş olan her tür yargıların ve çıkarsamaların dışta bırakılmasını ifade ederler.

Böylece, ikili bir işlemle hem özne hem de nesne askıya alınmış ve hem raslantısal olgular dünyasından hem de bilinci yönlendiren öznel yargılardan kurtulunmuş olunur, ki sonuçta rastlantısal dış görünümleri bir yana bırakılarak dünyanin öz'ü ortaya konulabilsin. Salt öz ’e ancak bu şekilde varılabilecektir.

Günter GÖRZ ve Bernhard NEBEL- YAPAY ZEKA

tanım: yapay insan yaratma miti ikinci bir insan türü...........

süreci
1- yapay insan yaratma miti (Kökeni Antik Çağa dayanıyor)
2-İnsana özgü akıl yetilerinin makineleşmesi düşüncesi(yazı dili yazılı hesaplama biçimselleştirme, düşünceninbir hesaplama işlemi olduğu(SybilleKramer) anlayışı
3-modern bir gelişim çizgisi olarak, bugünkü dijital bilgisayarların temelini oluşturan klasik programlanabilir evrensel hesaplama makinesinin icadı. Bu makineler, düşüncenin hesaplama işlemine dönüştürülmesininbaşlangıcı olmuştur.

problem çözmek yada tasarlamak!

Yapay zeka çalışmalarının üzerindedurduğu dahaçok PROBLEM ÇÖZME
tanım problem ve çözmek olarak tanımlandığında sürecin tanımıda dolayısıyla farklılasıyor.
tasarlamak dediğimizde ki tanım başka şeyler içeriyor. belkibu tanımdan birşeyler çıkarılabilir.

- Düşüncenin bir hesaplama işlemi olduğu yönündeki, modern bilimlerde de belirgin olan anlayış Sybille Kramer e dayanmakta. ve bunun devamı programlanabilir bir hayat.
tasarlamak..?(Yapay Zeka kitabı,syf 9)

-kavrama ve duygu ilişkisi
hayatı sadece düşünerek mi kuruyoruz. yada ikilik geleneğine kalarak mı bu iki kategoriyi oluşturduk. düşünmek ve duyumsamak birbirine bağlantılı saçaklanarak ve sıçrayışlarla bir anın içinde belirmekte.

Bergson, Design bilinçli bir aktivite olarak kabul edildi ve sistematize edilmeye çalışıldı.
bilinç ? yönelimli, bilişsel olan mı
düşünce sistematize edilebilirmi? diyor fenomenolojistler!



Düşünce sistemi, mekaniği evrensel olabilir ama bilgi edimi ve dönüştürülen sonuç ürün öznel.yaratıcılık bu öznellikte.(Dreyfus)

Arayüzümüz beden katı bir yapıda. Araçlar bedensel deneyimden uzaklaşıp zihinsel deneyime odaklanmakta. arada birkopukluk var.
Biçimselleştirme daha yapısal ortak dil oluşturma ve dışsal göstergeler. modelleme
düşüncenin böyle bir soyutlamaya uğraması ve duyumsamanın durumu soyutlanamayışı..

daha sonraki problem bu soyutlanmış düşünce sistemi özerkleşemiyor. irade oluşamıyor.
bedenin yok sayılması ayrı bir hata bir sensöz olduğu halde.

14 Eyl 2008

Simon der ki; Tasarım temsildir...?

Herbert Simon Simon son yıllarda kendisininde yogunlaştığı çalışma alanını şöyle tanımlar. Bilgisayar kullanımı ve insanın düşünüşüne ilişkin çalışmalar ile problem çözmede, karar vermede kullanılan süreçleri öğrenme üzerine çalışmalar ; düşünce sürecini öyle ayrıntılı tanımlayalım ki, bu düşünce sürecini işletecek ya da simüle edecek bilgisayar programlarını yazabilelim. Dreyfusun böyle bir bilim kuramının olamayacağı tezine karşı savunması işe şöyle; doğru bir kuramlarının olup olmadığını sınayacak olan şudur der; Önce insanın düşünüşü incelenir,mevcut teknolojinin imkanları dahilinde bu düşünüşü modelleyen bilgisayar programları yazılır, sonra da bilgisayar programlarının insanın ki gibi davranıp davranmadığına bakılır. Bilgisayar programlarının insanın aklında olup bitenin kuramıdır denir. Önemli buluntulardan ? * Bir alanda uzman olan kişi yani bilgi düzeyinde bir başka uzmanın işini yapamasa da problemleri çözmede kullandıkları süreçlerin altyapısı aynıdır. (Arredamento mimarlık yapay zeka dosyası) Yapay zeka kitabı fizik........................kuvvet makina.................enerji ANALOG Temsil.................SEMBOLİK Temsil Tasarım probleminin temsili önemli!

12 Eyl 2008

Hurbert Dreyfus-Bir insan bilimi olabilirmi<

Arkiteranın Yapay Zeka dosyasından alıntı

-Charles Taylor insan bilimlerini yoruma dayalı bilgi ile, bilimin doğasından elde edebileceğimiz kuramsal açıklama türü arasında keskin bir ayrımdan bahseder.
Taylor'a göre doğa bilimleri ve sosyal bilimler arasındaki temel farklılık, doğa bilimleri sadece nesneleri incelerken, insan bilimleri kendini yorumlayan varlıkları inceliyor ve bu nedenle de nesnelerinin
nesnel olmayan yorumlarını dikkate alıyor.

-Richard Rorty Geistes(tinsel) ve Naturewissenschaften(doğa bilimleri) arasında bir fark yoktur
sadece normal ve normal olmayan bilimler arasında bir ayrım vardır der.

-Hurbert Dreyfus bu iki görüştende ikna olmaz insan bilimlerinin sorununun onların konusunda, yani insanın tanımlanma biçiminden, kaynaklandığını ileri süren yeni bir yaklaşımı ele alır.
bunlara ek olarak der ki; insan bilimleri insanın kendi olası durumlarını değerlendirmesini gerektirdiği için ve insanın bunu yapamayacağından dolayı normal bir bilim olamaz.

-Foucault "insanın olasılık koşulları kendilerine içkin olarak tanımladığından, belirli bir sınırlılık vardır; ama insan varlığının bilimsel olarak incelenebilirliği üzerinde bir sınırlaması yoktur. bu Dreyfusun analizi
Bir "insan"bilimi olabilir mi? Burada Foucault haklıdır. Anlamı belirleyenin kendi nesnelliğinin koşulu olduğu bir varlığın istikrarlı bir bilimi olamaz. Hiç bir bilim, kendisinin olanaklı kıldığı yetenekleri nesneleştiremez. Hiç bir bilim, onu var eden becerileri nesneleştiremez. Ancak bu sadece,
Kant'çı insan tanımından vazgeçmemizi gerektirir.
Michel Foucault,insan bilimlerinin, kendine özgü bir insanın-kendini-yorumlama-biçimini içerdiğini savunur, ki bu da en güzel ifadesini Kant'da bulur. İnsan bilimleri, araştırma alanı olan insanı, aşkın/ ampirik ikiliği içerisinde yorumlar ki burada insan, dünyayı oluşturan ve nelerin nesne olduğuna karar veren ve öte yandan da tüm diğerleri gibi kendisi de dünyada bir nesne olan bir anlam vericidir.
insanın böyle algılanması, kendini yorumlamayı insanı anlamanın temeli yaparken, aynı zamanda insanı doğa bilimlerinin kuram özelliklerine boyun eğen anlamsız nesneler haline getirmektedir.
Kendi arkaplan pratiklerinin kuramsal olarak ele alınmasına olanak tanıması gerekirken bunu yapamadığı için insana ilişkin bilimlerin bilimsel olamayacağı üzerine önerme Foucault'nun yaklaşımı, Dreyfusa Taylor'unkinden başka tek ilginç sav olarak gözükür.

özetle: Dreyfus insan ve doğa bilimlerinin konumlarındaki farklılığınn rastlantısal olamayacağını söyler. İnsan bilimlerinin normal bilim olamayacağı "kanıtlanamasa"da, normal olma konusunda eksikliklerini ortaya çıkaracak argümanların ortaya atılabileceğini ileri sürer. İnsanın incelenmesi kuramsal bir bilim olmasa da kesin ve tekrarlanabilir, kısacası disipline edilebilir bir yaklaşım biçimi önerir.
Doğa bilimleri istikrarlı ve biriktiricidir. insan bilimleri ise hiçbir zaman istikrarlı ve biriktirici değildir.

N
esnel sosyal bilimlere bu karşı çıkışı anlamak için, araştırılangerçekliğin alanını kuran ontolojik arkaplan pratiklerini



KURAM YORUM FARKI daha fazlası icin bak Arkitera Mimarlık ve yapay zeka dosyası H. Dreyfus yazısı

11 Eyl 2008

Gestalt- gerçekliği özne insa ediyor

Rudolf Arnheim

Gestalt Kuramının öncülerinin yaptıkları çalışmalarda görme sürecinin dış dünyanın mekanik kaydını yapmadığını, aksine ham duyum bilgilerini, yaratıcı bir biçimde, basitlik, düzen ve denge ilkelerine göre organize ettiğini bulduklarını söyler. Gerçeğin kopyaedilmesi değil(sanat) gerçeğin gözlemlenen özelliklerinin eldeki ortamın biçimine dönüştürülmesi.

görme sürecide dinamik ve tahmin edilemez, öznenin tahmin edilemezliğinden

DOXA: görünen yerine olan geçtiğinde

DOXA: Yunancadan, düşünce, fikir, düşünme şekli. Parmenides'e göre doxa dünyası, ölümlülerin dünyasıdır.Görünenin yerine "olan" geçirildiğinde, ya da kendilerini anlamaya başladıklarında, bir yanlışlık ya da bir hatay adönüşür. Husserl tüm ifadelerin tam anlamlarında birer doxik hareket olduklarını savunmuştur. Örn: bir kesinlik, bir inanç


Eski Yunanlılar düşünceyi iki sınıfa ayırmışlardı : birincisi, yansımanın sonucu olan "episteme", ikincisi ise günlü yaşamın sonucu olan "doxa". Günümüzde doxa ile episteme arasındaki sınırlar oldukça muğlak hale gelmiştir. Saf bilimler, uygulamalı bilimlere dönüşmüş ve bilgi alışkanlıksal, kullanılabilir ve pratik hale gelmiştir. Eski Yunanlıları herhalde Doxa'nın yani günlük yaşam düşüncesinin ya da commen sense'in bir bilimi olduğunu görmek çok şaşırtır ve eğlendirirdi.

Design's Own Knowledge, Luz Maria Jiménez Naraez syf36 kitabın ismine bak Design Issues: volume16 number1 spring2000

10 Eyl 2008

zaman ve mekan tanımından kurtulmak neye yarayacak peki?

Zaman ve mekan tanımlarıyla keskin bir sekilde nesneyi bir gerceklik olarak insa ettiğimizde ona bir ömür biçmiş oluyoruz. bir ömür bir işlev bir kullanıcı bir neden.........zaman ve mekan tanımlarından kurtulduğumuzda kendi süresi içinde bir an içinde öznenin görünür kıldğı nesne de bir süreye sahip. sürenin esnekliği henüz o nesne üzeinde deneyimlenmemiş birçok durumu potansiyel olarak saklıyor. Amacım zamansız, tasarımlar yapmak mı peki? yada sonsuz aslında hayır. geliştirdiğimiz araçlar ve teknolojilerle tanımlı bir zaman ve mekana indirgediğimiz tasarım denen durumları birer yaşarlık olarak oluşturabilmek. Böyle bahsedince romantik birşeyden bahsediyormuş gibi gözükse de kent içinde bir arad bulunduğumuz birçok nesnel durum içinde ki sıkışmışlık hissi, elimizden kayıp giden zaman yanılgısının nedeni bu belkide. kendi oluş halimi ve nesnenin oluş halini kendi akışıyla yaşayamadıkça yaşayabileceğim deneyimlerden mahrum kalıyorum.

kurgu, retorik

Kuhn'un kendisininde söylediği gibi, aynı verilere dayanarak (tarihsel de olsalar) çok farklı düşünce yapıları inşa etmek daima mümkündür. Kuhn'un, daha önce belirttiğimiz gibi, Wittgenstein yoluyla etkilendiği anlayışa göre dil, retorik yani dilin kullanılması koşulları üzerine kurulur.t kuhn Bilimsel Devrimlerin Yapısı syf 39

birbirine doğrudan bağlı nedensellikler yerine göreli olarak sıcramalarla ilerleyen durumlar. kurgu, retorik yarattığımız nesnelliklerin özne olarak bizim anlık kurgumuz olduğu. nerede neden ve tahmin edilemez birçok sebepten dolayı o anda olan. bu bi anlamda öznenin zaman ve mekan bağımlılığından kurtuluşu, öznenin süresinin kabulü

hangi öznenin doğayı hangi amaçla irdelemek için hangi soruları sorduğu, sonuçta edinilen bilgiyi temelinden belirlemektedir.syf53

Newtondan kuantuma geçiş, nedensellik

Çağdaş fizik biliminin geçirdiği muazzam evrelerin bilimsel birer devrim olduğunu kabul eden birçok düşünür, bu devrimlerin temeldeki bilgi kuramının ilkelerini değiştirdiği görüşünü reddetmişlerdir. (paradigma değişimi) Bu anlaşmazlığı daha iyi anlamak için, Kuhn'un en çokönem verdiği örneklerden bir tanesini, Newton fiziğinden Einstein fiziğine geçeşi kısaca ele alalım. Klasik fiziğin paradigmasına göre, fizik kuramlarını oluşturan Newtoncu mekanik yasalarının ve simgelerinin kapsadığı genel bir evren çatısı ya da çerçevesi vardı. Bu çatının deneysel ilerleme ile giderek daha fazla belirginleştirileceğine inanılıyordu. Bütün görüngülerin temel madde parçacıklarına indirgenebileceği, bu madde parçacıklarının her an kesin bir yere ve hıza sahip oldukları, bunları kullanarak da gelecekteki durumlarının kesin olarak saptanabileceği, ayrıca her görüngünün bu şekilde basit olarak canlandırılabilmesi için belli zaman değişkenleri bulunduğu düşünülürdü. Doğadaki nedensellik yapısını açıklayan temel birimler bunlardı. Bu genel yapının birçok yerinde değişiklik yapma gereği duyulmasına karşın, yapının temelinin her zaman için geçerli olduğu inancı hakimdi. Böylece, insan zihninin gerçekliği algılamasının koşulları olan uzay, zaman, madde ve nedensellik gibi kavram ve ilkeler, ampirik deney gözlemlerinde elde edilen yasalara ve genellemelere biçim veren kategoriler olarak görülmekteydi.(bkz Philipp Frank, Modern Science and its Philosophy(Çagdaş Bilim ve felsefesi 1949 a dayanara bunları soyler) Kantçı bilgi kuramı bu kategoriler üzerine kurulmuştu ve bunların hiçbir zaman değişmeyeceği, gelecekteki ilerlemelerin de bu çerçeve içinde meydana geleceği düşünlüyordu. Yiminci yüzyılın gelişmeleri olan görelilik kuramı ve kuantum mekaniği bu temeli tamamıyla sarsmış durumdadır. Bu yaklaşımların temelinde, klasik fizik yasalarının atom-altı düzeydeki madde parçacıkları yani elektronlar için geçerli olmadığı, çünkü elektronların belli bir anda hem nerede olduklarının hem de nasıl bir hıza sahip olduklarının saptanamayacağı buluşu yatıyordu.
Bu nedenle, eski görüşe hakim olan fiziksel nedensellik düşüncesinin yerini olasılıkçı, yani matematiksel nedensellik aldı. Üstelik madde parçacıklarının hareketlerini saptamak için kullanılan uzay ve zaman gibi referans koordinatlarının bunları gözlemleyen kişinin içinde yer aldığı daha genel referans çerçevesine göre de değiştiği ortaya çıkmıştı. Söz konusu olan belirsizlik ve görelilik öğeleri mikroskobik dünyada çok daha önemli sonuçlar doğurmakla birlikte, günlük yaşamımızdaki makro düzey için de bir ölçüde geçerli olduğuna göre, fizikte meydana gelen bu ilerlemenin bizi doğadaki nedensellik ilişkilerine, uzayın ve zamanın temel niteliklerine daha çok yaklaştırdığını söyleyebilirmiyiz?Thomas S. Kuhn, Bilimsel devrimlerin yapısı, Çevirmen Nilüfer Kuyaşın sunuşu, syf 19-20)



bilim, nesneleri ve yarattığı soyut kavramları nedensel olarak birbirine bağlayıp tutarlı sonuçlar elde etmeye çalışır.

...ampirist geleneğin çağdaş uzantısı olan pozitivist bilim felsefesine göre, nedensellik ilkesi doğada geçerli midir? sorusu anlamsızdır. Nedensellik, çeşitli araçlarla doğayı irdelediğimiz zaman ortaya çıkan tikel deneyimler arasında kurulan mantıksal, giderek matematiksel ilişkilerdedir. Bu tür biçimsel, simgesel ilişkilere fizik kuramlarının getirdiği değişikliklerin ötesinde kalan bir gerçeklik hakkında felsefi sonuçların çıkması için kullandığımız simge veya kavramların dış dünyada gerçekten var olan ilişkileri/nesneleri temsil temsil ettiklerini kabul etmek ve bunların temel niteliklerine giderek daha fazla yaklaşmanın mümkün olduğunu düşünmek lazımdır. Anı kaydetme nesnelestirme gereği

Olmak

Yazmak, yaşanmış malzemeye bir biçim, bir ifade biçimi dayatmak değildir elbette. Edebiyat, Gombrowicz'in söylediği ve yaptığı gibi, daha ziyade biçimsizden ya da tamamlanmamışlıktan yanadır. Yazmak, asla tamamlanmayan, her zaman meydana gelmekte olan ve her yaşanabilir ya da yaşanmış malzemeyi aşan bir oluş meselesidir. Bir süreçtir, diğer bir deyişle, yaşanabilir ile yaşanmışı boydan boya kateden bir Yaşam geçişidir. Yazıoluştan ayrılamaz: yazarken kadın-olunur
, hayvan ya da bitki olunur, algılanamaz olana dek molekül olunur.
....
Olmak bir biçime ulaşmak değildir ( özdeşleşme, taklit, Mimesis), olmak, bir kadından, bir hayvandan veya bir molekülden ayrışamayacağımız şekilde, yakınlık, ayırtedilemezlik ya da farklılaşmama bölgesini bulmaktır: Ne genel ne de belirsiz, öngörülmemiş, önceden varolmayan, bir topluluk içinde tekilleştiği ölçüde daha az kalıba dökülmüş bir halde.

.....
Ne şeylerin ne de dilin içinde düz çizgi vardır. Sözdizim, şeylerin içindeki yaşamı açığa vurmak için her defasında yaratılan kaçınılmaz büklümler bütünüdür.

Gilles Deleuze, Kritik ve Klinik Edebiyat ve Yaşam bölümündensyf 9-10

Deleuze den Bilgi açılımı...

Anadildeki sözcükler yiyecekler yaşam
......................................= ......................= . .........................
yabancı diller moleküler yapılar bilgi



yabancı sözcükler atom zincirleri bilgi, saf bir bedenin ve nefeslerinin
............................=..................................=. yeniden oluşturulması
Babil kulesi periyodik tablo
tüm diller

Yaşamın kısmi nesneleri anneye göndermede bulunuyorsa, bilginin dönüşümleri ve bütünleşmeleri neden babaya göndermede bulunmasın? ........anneye ait olan benim dilim değildir, annedir bir dil olan; ve anneden gelen benim organizmam değildir, annedir bir organlar bütünü olan, benim kendi organlarımın bütünü. Anne denilen şey, Yaşamdır. Baba denilen şey ise, yabancılıktır,bilmediğim ve benimkilerin içinden geçen tüm bu sözcükler, bedenime girip çıkmayı sürdüren tüm bu atomlardır. Yabancı dilleri konuşan ve atomları tanıyan, baba değildir, yabancı diller ve atom kombinasyonlarıdır babam. Baba, atom yığınlarım ve tüm glossolalialarımdır-kısaca,Bilgidir.
Ve bilgiyle yaşamın kavgası, bedenlerin atomların bombardımanına uğraması ve bedenin verdiği karşılık olan kanserdir. Bilgi yaşamı nasıl iyileştirebilecek ve bir şekilde onu nasıl doğrulayacaktır?
.....
Zira "Tanrı bombadır, yani açıkça, son derece kanserli olan gezegenimizin kendisini radyoaktiviteyle sterilize etmek için gerekli olan nükleer bombalar bütünüdür...,
.....
Bir yandan, bilgi yaşamın karşıtı değildir, çünkü cansız maddenin en ölü kimyasal formülünü konu edindiğinde bile, bu formülün atomları, yine de yaşamın bileşimine giren şeylerin atomlarıdır ve yaşam, onların macerası değilse, nedir? Ve diğer yandan, yaşam bilginin karşıtı değildir, zira en büyük acılar bile, bu acıları yaşayanlara tuhaf bir bilgi verir, ve bilgi, büyük insanların ( zaten katlanmış bir su hortumuna benzeyen) beynindeki acılı yaşamın macerası değilse, nedir? Yaşamın katlanılabilir ve hatta doğrulanabilir olduğuna kendimizi inandırmak için küçük acılar ediniriz.

Gilles Deleuze, Kritik ve klinik syf16-30 Louis Wolfson, yada Yötem bölümünden

7 Eyl 2008

bilinci, bilme halini kendi soyutlamalarımızla acıklayamayız.

Varolan evren icinden kendimizin tanımını yapıp özneleştiğimiz anda evrenle olan kavrayış mantığımız değisti. Yani kavrayısımız ve bilme durumumuzu anlamak icin bu soyut kavramları kullanmaya basladık. Fakat kendi soyutlamalarımız olan nesne, zihin, akıl gibi kavramlarla bir pozisyonun ve bakışın etkisindeki yani taraflı,dolaylı bir tanım yapabiliriz ancak. bu bakıs acısıyla olan tum algı teorileri aynı taraflılıgı acıklar. Dreyfusun tanımı onemli bu noktada. insan kendi icinde kendi tanımını yapamaz ve yapmamlı belkide.

6 Eyl 2008

quantumu anlamak!

3 temel bulgu sonucunda hayata geçmiş ve ortaya çıkmış olan fizik dalı.
1900 yılında max planckın ışın enerjisinin kuantalanmış olduğu kuramına dayanarak kara cismin ışımasını incelemesi*, einsteinın planckın varsayımını yeniden ele alarak yazdığı fotoelektrik olay 1905 yılında yayınlanan makalesi ve son olarakta atom içindeki elektronların enerjisinin kuantalanmış olduğu varsayımına dayanarak atomların tayf çizgilerinin açıklandığı bohr atom modeli

özünde maddenin enerjinin bir hali, enerjinin ise dalga formunda bir kuantize olmuş olay kısacası maddenin dalga olduğunu söyler.

4 Eyl 2008

"Nesnenin biricik ve bunun sonucu ifade edilemez olarak sahip olduğu şeyle bir olmak için, o nesnenin içine taşınılmayı sağlayan bu entellektüel sempati türü, sezgi olarak adlandırılır. Aksine, analiz, nesneyi daha önce bilinen yani bu nesneye ve diğerlerine ortak unsurlara indirgeyen işlemdir. O halde analiz etmek, bir şeyi, o şey olmayan şeye göre açıklamaktır...Çevresinde dönüp durmaya mahkum olduğu nesneyi kucaklamanın sonsuzca tatmin edilmemiş isteği içinde olan analiz, herzaman eksik olan anlatımı tamamlamak için, sembolleri ara vermeden değiştirir. O halde analiz sonsuza kadar sürecektir. Ama sezgi, eğer mümkünse yalın bir eylemdir...En azından, hepsini yalın analizle değil, sezgiyle içeriden kavradığımız bir gerçek vardır. Bu, zaman içindeki akışı içinde, kendi öz kişiliğimizdir. Süre giden kendi benimizdir. Entellektüel veya daha çok tinsel olarak başka hiçbir şeye eğilimli olmayabiliriz. Ama kesinlikle kendimize eğilimliyiz." (Bergson, H., 1986. Yaratıcı Tekamül, Milli Eğitim gençlik ve Spor Bakanlığı Yayınları, Ankara) sayfasına bak

Bergson'a göre, başlıca görevi, gövdeyi bulunduğu çevreye uydurmak, gövde ile dış nesneler arasındaki ilişkileri kavramak, özdeği düşünmek olan anlağın gerçek yeri, devinmeyen, cansız, katı nesneler arasındadır. Sezgi ise yapısı gereği kişinin iç evreniyle ilgilidir, içten olanı, özde bulunanı görme anlamına gelir. Araç yapan insanın (homo faber) başlıca özelliği anlakla donatılmış olmasıdır. Bilen kişinin (homo sapiens) en önemli özelliği de kendisinde sezgi denen yetinin bulunmasıdır. Anlak dışa dönüktür, sezgi ise içe yöneliktir. (Bergson, 1986)