Tüketmek Zorunda Olduğum Enerji Fazlalığı İşlemek İstediğim Günahlar Kısaca deryada deryalıklar!
27 Kas 2008
25 Kas 2008
gizini açma
“Techne sözcüğünün pek erken zamanlardan Platon’un zamanına kadar episteme sözcüğü ile bağı vardır. Her iki sözcükte en geniş anlamıyla bilmenin adlarıdır. Onlar bir şeyde bütünüyle yurdunda olmak, bir şeyi anlamak ve bir şeyde yeterli olmak anlamlarına gelirler. Böyle bir bilme açılma sağlar. Açılma olarak bilme, gizini açmadır. Aristotales,...episteme ile techne arasında ayırım yapar ve aslında bunu onların neyin gizini-açtıkları ve nasıl açtıkları bakımından yapar...teknik gizini açmanın, hakikat olmanın bir tarzıdır.” (Heidegger, M., 1998, Tekniğe İlişkin Soruşturma, Paradigma Yayınları,s:? Bak listeye ekle)
Zumtor hafızanın imajlarda depolandığını söyler. Ve zamanla hafızamızda biriken imajların aslında kişisel olmadıklarını hepimizin aynı imajları paylaştığını söyler. Hepimizin kafasında ki birçok tanımın aynı olduğunu fakat üretim anında herkesin sahip olduğu tanıdık durumları başka bir gözle görürüz der. Şekli olan durumların hiçbir önemi olmadığını, önemli olanın imajların duygusal yada deneyimsel degeridir. Formun inşa sürecibnde gelişen bir durum olduğunu söyler. (Zumtor, P., 1998, s:90-99)
“Deneyim hem kollektif hem de özel yaşamda bir gelenk işidir. Anılarda sıkı sıkı saptanmış tek tek durumlardan çok, biriktirilmiş, çoğu kez bilincine varılmamış, ancak hafızada birbirine kaynaşmış verilerden oluşur.” (Benjamin, W., 2001, Pasajlar, Yapı Kredi Yayınları, s: 118)
nitelik!
Nitelik:Tasarım sürecinin niteliksel açılımı onun zamansallığıdır, bu zamansallık dediğimiz şey ise durumların kapalı devreler olarak değil zamana yayılı olarak ele alınması. Tesadüfi olanın öngörülemeyen olanın, hiç hesaba katılmayan şeylerin belirme ihtimali. Bu ihtimali nasıl ortaya çıkarırız... tasarımcıyı ve etkileşimde bulunduğu herşeyi zamana yayılı kılarak. Özne klasik anlamda zamanda donmuş bir nesne olmaz. tasarımcının geçmişi, yaşanılan tüm deneyimler tasarım anında aktiftir, nesnelerin üzerinde barındırdığı nitelikler(zaman) da tasarımcıya açıktır. öznenin karakteri, yaşadıkları, tercihleri onun kaderi iken nesnelerinde malzemesinden, onunla hangi durumda karşılaştığımız, nesne üzerinde birikenler de tasarım anında onun kaderini oluştur. bu karşılıklı kaderler bir karışım oluşturur. tasarımcı için kararlarında, tercihlerinde sahip olduğu birikimleri aktif kılan aynı zamanda nesneyi ele alışında nesnedeki farklı zamanları da kavrayışı sezgileriyle olur. sezgi analiz değil, ön görü yok, duygu değil. bedeni, zihni, nesneyi bir anda birleştiren bir kavrayıştır.....
Nitelik ne tek başına özne kavramı ile ne de tek başına nesne kavramı ile açıklanamaz. Klasik anlamda özne nesne ayrımı üzerine bir nitelik tanımı yapmaya çalışırsak nesne üzerinden nitelik tanımı sağlamlık, dayanıklılık gibi işlevsel değerler yada güzel, hoş gibi estetik değerler olarak karşımıza çıkar. Özne üzerinden yaptığımız nitelik tanımında ise özneye yakınlığı bulunan, bir sebepten tercih edilen olmasından dolayı durumları nitelikli olarak değerlendirebilirdik.
Fakat nitelik esas olarak ne tek başına özne ne de nesne tanımındadır. Nesne ve öznenin birbirine karıştığı, bütün içindedir. Güzel, iyi, doğru olanın tanımının yapılmasının bir sorun haline gelmesi daha çok özne nesne ayrımı üzerine kurulu modern hayatın sorunudur. Nitelik tanımının ihtiyacı zamansal olan durumların hayatımızdan çıkarılması ile daha belirginleşmiştir. Doğanın kendi zamansallığı ile uyum içindeolmadığımız gibi kendi zamanımızında dışına çıktık.
Dış etkilere kapalı, kültürleri kendi içinde bütünleşmiş yaşanılan dönemlerde, bir şeyin niçin güzel olduğu üzerine konuşmak gereksizdi; bunun için ipuçları çevrede vardı. Güzelin, iyinin ve doğrunun arasındaki ilişkileri doğada bulabilirdik. (Erzen, J., 2000, s:18-20) Bir anlamda kendimiz ve çevremiz ile ilgili nasıl sorularını sormaya başlayışımız
24 Kas 2008
Merleau-Ponty Algılanan Dünya
Klasik dönemin bilimcisinden farklı olarak bugünün bilimcisi şeylerin ta kalbine, nesnenin kendisine indiği gibi bir yanılsama taşımıyor. Görelilik fiziği de mutlak ve kesin nesnelliğin bir düş olduğunu bu noktada onaylıyor: her gözlemin konumuna sıkı sıkıya bağlı olduğunu göstermekle ve mutlak bir gözlemci düşüncesini bir yana bırakıyor. Bilimde saf ve konumlanmamış bir zekayı kullanarak, insan eli değmemiş, ancak Tanrı’nın görebileceği saf bir nesneye erişmekle övünemeyiz artık. Bu da bilimsel araştırmanın zorunluluğunu hiç azaltmıyor, kendi kendini mutlak ve tam bir bilgi sayacak bir bilimin dogmacılığını çürütüyor sadece. İnsan deneyiminin bütün öğelerine, özellikle de duyumsal algımıza hakkını veriyor .(Ponty, M., M., 2005, Algılanan Dünya/sohbetler, Metis Yayınları, s:16)
Öklit dışı geometriler sayesinde uzamın kendisinde bir eğiklik tasarlanmış oldu. Sırf yer değiştirdikleri için şeylerde bir değişiklik olduğu tasarlandı. Uzamın parçalarının heterojen olduğu, uzamın boyutlarından birinin öbürünün yerini tutmadığı ve devinen nesnelerde kimi değişikliklere yol açtığı düşünüldü, işte o zaman her şey değişti. Özdeşlik alanıyla değişim alanının kesin çizgilerle ayrılıp farklı ilkelere bağlı kılındığı bir dünya yerine, nesnelerin kendi kendileriyle mutlak bir özdeşlik içinde bulunamayacağı bir dünya var karşımızda: biçimle içeriğin sanki belirsizleşip birbirine bulandığı bir dünya. Uzamdaki şeyleri uzamın kendisinden, saf uzam düşüncesini de duyularımızın bize verdiği somut görünümden kesin hatlarla ayırt etmek artık olanaksız.(Ponty, M., s:21
Deneyim alanımızda pek çok nitelik var ki vücudumuzda uyandırdıkları tepkilerden soyutlanınca hiçbir anlama gelmezler. Örneğin bal. Aheste bir sıvıdır bal; belli bir kıvamı vardır, ele gelir ama tutulur tutulmaz da parmakların arasından sinsice sıyrılıverir, ne yapıp edip kendine döner. Onu tutmak isteyenin eline yapışarak rolleri tersine çevirir. Canlı el, bulgulayan el, biraz önce nesnesine egemen iken, balın çekim alanına girer. Bu çözümleme sartre’den:
Bir anlamda, burada elde tutulan şeyde olağanüstü bir uysallık var, bir sırnaşık köpek bağlılığı var; ama bir anlamda da bu uysallığın altında, elde tutulan şey elde tutanı alttan alta da kendine mal eder. (Jean-Paul Sartre, L’étre et le néant,1943, yeni basım “Tel” dizisi, 1976, s:671
Balın kıvamı gibi bir nitelik ancak bedenli özneyle o niteliği taşıyan nesne arasında kurduğu diyalog yoluyla anlaşılabilir; bütün bir insan tutumunu simgeleyebilmesi de bundan; bu niteliğin bir tanımı varsa insani bir tanmdır.
Bu açıdan bakıldığında her nitelik öbür duyulara özgü niteliklere kapı açar. Bal şekerlidir. Şeker tadı ise tadlar arasında yapışkan bir varoluştur, tıpkı dokular arsında balın yoğun kıvamı gibi. Balın yoğun olduğunu söylemekle şekerli olduğunu söylemek farklı biçimlerde ifadelerdir. Bal dünyanın bedenime ve bana yönelik belli bir tutumudur. Bundan dolayıdır ki sahip olduğu farklı nitelikler sırf yanyana durmaz, balın varoluş ya da davranış biçiminin dışavurumları olmaları bakımından hepsi bir va aynıdır. Şeyin birliği niteliklerinin arkasında yatmaz, her bir nitelik o şeyin birliğini doğrular, niteliklerin her biri şeyin tamamıdır.
Limonun sarılığı limonun niteliklerinin hepsine bulaşır, limonun her niteliği öbürlerine bulaşır. Limonun ekşiliği sarı, sarılığı ekşidir; bir pastanın rengini yeriz ve o pastanın tadı “ besin sezgisi” adını vereceğimiz şeye pastanın biçimini ve rengini sunan araçtır...bir havuzdaki suyun akışkanlığı, ılıklığı, mavimsi rengi, dalgalılığı... her biri içinden öbürünü gösteriverir...syf 30
bütünü tanımlmak için beden
Maurice Merleau-Ponty
(1908-1961) Sartre ile birlikte varoluşçu felsefe ile görüngübilimsel felsefenin önemli kurucuları arasında gösterilen Fransız felsefeci. Varoluşçuluk ile görüngübilim arasında kesin çizgilerle bir ayrım yapmak güç olmakla birlikte, Maurice Merleau-Ponty çoğunluk "varoluşçu görüngübilim" adıyla anılan felsefesini çok büyük ölçüde Husserl'in düşünceleri ışığı alanda geliştirmiştir.
Maurice Merleau-Ponty 'nin hemen bütün düşünsel yaşamı boyunca kendisine hedef olarak belirlediği temel sorun, Sartre'ın varoluşçuluğuna da yer ettiğini düşündüğü Descartesçı felsefenin doğal içerimi olan özne-nesne ikiliğidir. Husserl 'in "öndeyileyici yönelmişlik" tasarımı ile Heidegger'in "dünyada bulunmak " olarak insan varlığına getirdiği yorumun ışığı alanda Merleau-Ponty, kendimizi içinde bulduğumuz bir deneyim alanı olarak dünya betimlemesini geliştirmiştir.
Sartre 'ın "özgürlüğe mahkûmuz" görüşüne karşı Maurice Merleau-Ponty , bütün insanların birer "anlam avcısı" olduğunu dile getirerek hepimiz de "anlama mahkumuz" düşüncesini öne çıkarmıştır. Ortaya atağı düşüncelerle kişinin kendisini ancak başkaları üzerinden bilebileceğini, bu anlamda düşüncelerimizin de eylemlerimizin de bizi tanıladığını, bunun da önemli tarihsel içerimleri bulunduğunu savunmuştur. Gerçek insan doğasının asla değişime dur demeyeceğini belirten Maurice Merleau-Ponty , felsefeyi doğruluğu varlığa getiren bir sanat olarak görmüştür.
Maurice Merleau-Ponty 'nin çıkış noktasının özünü Husserl'in “epokhe” düşüncesi oluşturmaktadır. Ancak ona göre amaç Husserl'de görüldüğü üzere Descartes 'ın kuşku felsefesinin yapısı içine sıkışıp kalmak değil, tam tersine yaşananın can damarını oluşturan algıya ilişkin bir açıklama sunmak olmalıdır. Nitekim Maurice Merleau-Ponty yaşamı boyunca Fransız bilinç felsefecisi olarak bilinmesine karşın düşünceleriyle kendi konumunu aşama aşama Sartre ile Husserl'in görüngübilimsel konumlarından ayırmıştır. Bu anlamda Merleau-Ponty 'e göre görüngübilimsel epokhe, yaşanan yaşantının bilincinin içkin özleriyle ilişkiye geçme olanağı sunmaktadır. Epokhelerin burada oynadığı başlıca rol, bütün nesnelliğiyle birlikte verili doğal dünyadan bir kopmayı sağlıyor olmalarıdır. Düşüncelerini her zaman için Descartesçı "Cogito"nun ("Düşünüyorum, demek ki varım”) soyutluk ile boşluğundan olabildiğince ayrı tutmaya özen göstermiş olan Merleau-Ponty, bedenli olmanın belli bir dünyaya bağli olmak olduğunu göstermeyi erek edinerek geleneksel anlamda ruh ya da zihin karşısında ikinci plana itilen bedene saygınliğını yeniden kazandırmaya çalışmıştır. Bu anlamda Merleau-Ponty 'e göre bedenimiz baştan beri hep dünyada olagelmiştir; dolayısıyla "kendinde beden" diye bir şeyin varlığından söz etmek olanakli değildir. Algı bu anlamda hep belli bir bağlamda ya da durumda gövdelenmiş bir algıdır; yoksa "kendinde algı" diye bir şey söz konusu değildir. Özelde "algıliyorum" demek kesinlikle Descartes'ın "düşünüyorum" una karşılık gelen bir şey değildir; ne de "algılamak" nesnel bir biçimde görülerek evrenselleştirilebilir bir eylemdir. Algılayan öznenin gövdelenmiş olma değergesi bu anlamda yaşanan anın görüngübilimsel betimlemesinin yapılabilmesinin önünü açmaktadır. Bu noktada Merleau-Ponty 'e göre böyle bir betimleme içinde, yani görüngübilimsel epokhe içindeyken algılanan şey, kendisi hakkında söylenen şeye eşittir.
Merleau-Ponty Merleau-Ponty 1942 yılında yayımladığı daha ilk kitabı Davranışın Yapısı 'nda (La Sttucture de comportement) döneminin ruhbilimi ile fızyolojisindeki egemen anlayışların kapsamlı bir eleştirisini sunduktan sonra algının varolan bütün her şey karşısındaki önceliğini temellendirmeye çalışmıştır. Bu arada geleneksel felsefenin algıya salt halüsinasyonlardan (varsayımlardan) ayrılığını tanıtlamak amacıyla yaklaşmasının altında yatan nedenleri sorgulayarak, kuşkuculuktan kurtulmak adına algıya yaklaşılmış olmasının, algının edimsel anlamıyla araştırılmayışının başlıca nedeni olduğunu ileri sürmüştür. Algı görüngüsüne geleneksel yaklaşımın ne denli yetersiz olduğuna kanıt olarak da "yalnızca yeni bir algı adına bir önceki algıdan kuşku duyma" alışkanlığı" ya da gerçeğini göstermiştir. Bir yanılsamanın ya da varsamın kurbanı olunduğunun bulgulanması bu anlamda algının bütün bütün yoksayılması için yeter neden değildir. Merleau-Ponty tam bu noktada düşünüm ile düşünümün olmadığı yaşantıda "verili olan" arasında bir ayrıma gitmiş; bu ayrım doğrudan doğruya Merleau-Ponty 'nin sürekli eleştirdiği çözümleme anlayışına karşı seçenek olarak önerdiği "köktenci düşünüm" tasarımını doğurmuştur. Buna göre çözümleyici düşünce yaşantıyı (deneyimi) duyumlar, özellilder ve bunlar arasındaki ilişkiler olmak üzere önce parçalarına yırmakta, sonra da bunları kendi içinde tutarlı bir bireşime ulaşasacak, yaşantılar dünyasının birliğini ve bütünlüğünü yeniden kuracak özel bir güç arayışına girişmektedir. Bu eleştiriye karşın Maurice Merleau-Ponty 'nin yapıtlarının çözümleyici felsefeciler arasında öteki görüngübilimcilere göre çok daha büyük bir okuyucu kitlesi bulmuş olması ilginçtir.
Merleau-Ponty 'e göre beden ne öznedir ne de nesne; ama buna karşın bütün bilme etkinliklerimizi derinden etkileyen anlaması son derece güç bir varoluş kipidir. Hemen bütün yazılarında bedenin dünya ile girdiği ilişki açılimlarını araştıran Merleau-Ponty, bu araştırmaları boyunca deneysel koşullar altında özerk bilgi istemiyle yola koyulan bilimsel ve Eelsefı düşüncelere karşı çıkmıştır.
Daha geç tarihli bir yazısı olan "Göz ile Tin" de ise ("L'Oeil et 1'esprit", 1961) bedenin dünya ile olan ilişkisinin niteliğini resmetmeye çalışmıştır. Benzeri bir çabayı, dil üstüne düşüncelerini Saussurecü dilbilim görüngübilime sokarak derinleştirdiği ve algoritmik bir dilin olanaklılığını savunduğu çeşidi yazılarının toplandığı Göstergeler 'de de (Signes, 1960) görmek olanaklıdır. Merleau-Ponty 'e göre bir yanda bilim öbür yanda aşırı soyut düşünme alışkanlığı, felsefenin her nesneyi, her kişiyi, düşünülebilecek her görürıgüyü bir veriler toplamı olarak düşünmeye başlamasına yol açmıştır. Felsefecilerin başlıca ödevinin şeylerle düşünsel ilişkiye geçerken onları bilimin betimlediği gibi değil de oldukları gibi görüp öyle de göstermeleri olduğuna inanan Merleau-Ponty, bu bağlamda hergünkü dolaysız deneyimlerimizde karşılaştığımız yaşam dünyasına (Leben.nı.el~ geri dönmemiz gerektiğini savunmuş tur.
Çoğunluk Merleau-Ponty nin Saussure'ün Genel Dilbilim Dersleri nde sunulu dil kuramını kendi görüngübilimini sağlamlaştırmak amacıyla kullandığı bilinse de burada Merleau-Ponty için yapısalcı dilbilim ve göstergebilim kuramlarının odağında bulunan iki Saussurecü ilke özellikle önemlidir. Bunlardan ilki anlamın dilde göstergeler arasındaki "sesçiller" aracılığıyla oluştuğuyken, ikincisi dilin sesçilliğinin araştırılmasıyla varolan kullanımlann doğasının açıklanamayacağıdır. Nitekim Merleau-Ponty , Dünya Yazısı (La Prose du monde, 1969) başlikli çatışmasında, "Saussure'ün kuşkuya yer bırakmayacak bir açıklikta...sözcüğün ya da dilin tarihinin şu anki anlamım belirlemediğini" dile getirmektedir. Merleau-Ponty ’nin bir göstergebilimci olarak yapısalcı dilbilimde bulduğu, hiç kuşkusuz öznenin dünya ile yaşadığı deneyim üstüne yapılan önemli vurgudur. Bu bağlamda Descartes'ın "Cogito"sunu "dünyaya ait iken kendime de aidim" biçiminde dönüştüren Merleau-Ponty, dünyayı bir bilgi nesnesi olarak kurma uğraşı içinde olan her türden çabanın, bedenin dünyaya katılışım kavrama çabası önünde ancak ikincil değerde bir felsefe olarak görülmesi gerektiğini savunmuştur. Nitekim Merleau-Ponty başyapıtı sayılan –Algının Görüngübilimi (Phenomenologie de la perception, 1945) başlıklı kitabında geliştirdiği özgün düşüncelerle seçkin bir beden felsefecisi olarak değerlendirilir olmuştur.
Merleau-Ponty 'nin büyük bir felsefe dayanışması içinde olduğu Sartre ile ilişkileri, Sovyetler Birliği'ni ve yurttaşlarına yönelik uygulamalarını kayıtsız şartsız savunmasıyla kopma noktasına gelmiştir. Buna karşın ölümüne dek Marxçılığını sürdürmekle birlikte, Sovyet Komünist Partisi'ne yönelik eleştirilerde bulunmaktan da geri kalmamıştır.
Merleau-Ponty'nin başlıca diğer yapıtları şunlardır:
Marxçı bir gözle yazılmış Humanisme et Terreur (İnsancılık ve Şiddet, 1947;
Yazın ile resim üzerine yazılarını da içeren bir ilk yazılar toplamı olan Sens et non Sense (Anlam ile Anlamsızlık , 1948);
Marxçılık üzerine bir yazılar toplamı olan Les Aventures de la dialectique (Diyalektiğin Serüvenleri , 1955)
Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları
23 Kas 2008
Why Current Studies Of Human Capacities Can never Be Scientific/Herbert Dreyfus
The human sciences, on the other hand, have never been stable or cumulative. They suffer from what Foucault calls "essential instability.." temel kararsızlık??(Michel Foucault, The Order of Things, Vintage, 1973, p.348)
20 Kas 2008
15 Kas 2008
14 Kas 2008
Kendini yaptığın i,şe kaptırma...
Mihaly Csikszentmihalyi
Presented Eight Characteristics of Flow
Some critics took Csikszentmihalyi to task for what they saw as a simplistic quality in his reasoning. "It's just tautology," British psychologist Oliver James told Maurice Chittenden of the Times of London, England. "If people are very absorbed in something it stands to reason that they are going to be happier - a drug addict would be absorbed with pursuing cocaine." Csikszentmihalyi, however, developed the idea of "flow" in detail that went beyond simple characterizations of enjoyment or job satisfaction. "Flow" was not just a feeling of well-being, but had eight separate components. First, it is the result of a challenging task. Second, the person experiencing "flow" becomes part of the task rather than standing outside it. "Flow" is involved with the pursuit(uğraş) of definite goals (third) and depends on immediate feedback (fourth). It requires a high level of concentration (fifth). Sixth, it gives the user a sense of control without a striving for control, something Csikszentmihalyi called the paradox of control. Seventh, a sense of self disappears. And finally, the sense of time is altered.
flow:1 bri meydan okuma, mücadelenin sonucu. 2 akışı deneyimleyen kişi onun parçası haline geliyor, dışardan bakamıyor. 3 kesin bir hedefin uğraşı 4 mevcut hali hazır geri beslemelere dayalı 5 yüksek seviyede bir konsantrasyon gerekli 6 kişiye bir control hissi veriyor, control için savaşmasına gerek vermeden. (paradox of control)7 kendini kaybetme hissi veriyor, silinme..8 zamanı başkalaştırmış hissi zamanın dışına çıkma hissi
ref: http://www.answers.com/topic/mihaly-csikszentmihalyi
Title: Flow: The Psychology of Optimal Experience
Author(s): Mihalyi Csikszentmihaly
Publisher: Harper Collins, New York
ISBN: 0060920432, Pages: 303, Year: 1991
Search for book at Amazon.com
This informative book is based on twenty years of research by the author and his colleagues at the University of Chicago in which they used an innovative research technique called “Experience Sampling Method.” The fruit of this research was the discovery of a phenomenon called “flow,” which the author describes as “the way people describe their state of mind when consciousness is harmoniously ordered, and they want to pursue(Peşine düşme, takip) whatever they are doing for its own sake” (p. 6).
"Bilinç uyum içinde düzenlendiğinde İnsanların kendi zhinsel durumlarını böyletariflerler ve herne uğurda yapıyorlarsa onun peşine dşmek isterler."
The kinds of activity that can produce flow are extremely varied, including art, sports, games, hobbies, and work. The key word here is activity, for Csikszentmihalyi makes it clear that flow does not come from inertia or passive pursuits.(bir eylemsizlik değil) In fact, his research on effects of television leads him to the conclusion that it makes viewers passive and discontented. Contentment is much more apt to come from the flow experience, which is... (preview truncated at 150 words.)
13 Kas 2008
Olasılıkların hesaplanabilmesi rastgelelilik, rastalantısal olanı hatırlatır. Olası kelimesinin altında yatan anlamda da, potansiyel olan, henüz belirmemiş olanın keşfi vardır. Fakat doğurduğu yeni rastyonellik,olası olanı; insanın ve çevresinin biraradalığında gizlenmiş zamanını bekleyen potansiyeller olarak değil, tarif edilmiş sebep-sonuç ilişkilerinin sayısal çokluğu olarak tarifler. Bu da ayrı bir kısır döngüdür. (istatistik)Bir bakıma zaman faktörü, verileri sayısal olarak çoğaltan bir nesnelliktir.(sayısal yani mekanlaştırılmış bir zamandır, ay gün..vs) Gerçek anlamda zamansal olanı kavramamızın önünü açmaz.
12 Kas 2008
işte sana giriş.yada sonuç hepsi
Bergson’un bakışı özneyi ve nesneyi kapalı devrelerinden çıkarma, özgürleştirme yöntemi açısından önemlidir. Görelilik kuramının ortaya attığı yada bizi varlığına ikna ettiği; göreli durumlar, farklılıklar, çoğulluklar, konuma ve zamana aynı anda tabi olan durumlar, bir aralık içinde olma hali Bergson felsefesinde ve oluşturduğu kavramlarda bir bütünlük tarifi üzerinden ele alınırken (ayrıştırdığımız her duruma zamansal olanı geri dikmek olarak tarif ediyorum ben), farklı birçok alanda zaten ayrışma sonucu katılaşmış nesnellikleri dağıtma, sayısal olarak çoğaltma, daha küçük parçalara, olasılıklara bölme olarak karşımıza çıkar.
Bu anlamda Tasarım sürecini, tasarımcı(ayrışmanın özne olarak temsil ettiği) ve içinde bulunduğu ve ilişkide bulunduğu çevre (ayrışmanın nesne olarak temsil ettiği) yi birbirleri içinde kayboldukları ilişkiler bütününde ele almayı hedefleyen ve bu birbiri içinde kaybolma, akma durumundan niteliksel olanı (zamanı, tasarımcının kişiselliğini, çevrenin hikayesini, tüm farlılıkları zamana ve mekana göre değişen herşeyi ) ortaya çıkaran bir yeti,yetenek,araç olarak sezgiyi tanımlamak niyetindeki bu tezin en önemli referans noktasını yöntemi ve kavramları ile H. Bergson oluşturur.
yER Ve Kişi
Bekıstan yine: sezgi öğretilebilirmi? Yine akışı konu edinen E.Connell bunu tartışıyor. Tartışmasının öncesinde de sezgiyle ilgili tanımlamalara yer veriyor. Bunların arasında Kahn, Venturi, vb gibi isimler var, Belkı hocanın ilgisini F.L. Wright çekiyor; Wright şöyle diyor: gören göz, hisseden yürek, ve izleyen cesaret... Sezgiyle ve onun zorlukla kelimelendirebilmesine ilişkin bugüne değin söylenenlerde iki özellik ön plana çıkartılıyor burada: 1.Faaliyetin içindeyken kendisiyle ilgili düşünemiyoruz, konsantre olarak yapıyoruz. 2. Bilinçli bir faaliyet değil. Ancak kanımca ve birçoklarınca da artık sezgi daha farklı tanımlanıyor, tam tersine yüksek bir bilinçlilik hali olarak. Belki de rasyonalizm ile bilinçliliği hep özdeşleştirdiğimizden...Connell’in temelde söylediği şu: sezginin öğretilebileceği fikrine hep karşı oldum. Ancak belki de denebilir ki,bu sürecin yaşanması sonucu ortaya çıkan bilgi bulanık/tanımlanamayan türden bir bilgidir ama böyle olmasına rağmen onu algılayan kişi için yararlı bir girdi oluşturabilir. (farklı sekilde kaydedilir aktif bilgi)Sezgisi kuvvetli tasarımcılar belki de zaman içerisinde gelişen becerilere sahip kişilerdir. Connel’ın tartışmasına baz oluşturan araştırmasında, öğrencilerden içinde bulundukları yeri farklı algılama becerileri kullanarak hissetmeleri ve bunu temsil etmeleri istenmiştir. Bu tür egzersizler bize son günlerin en çok tartışılan isimleri arasında yer alan Heidegger ve Husserl gibi düşünürleri de ihmal etmememiz gerektiğini ima eder.
Her iki düşünür içinde fenomenolojik deneyimler önemlidir. Husserl’de duruma özgü nesne-özne diyalektiği, varsayılan nesne algısının yerini alır.Bu nedenledir ki, Husserl için, yaşananlardan çıkacak olan subjectivizm özlü ancak aşkın bilgi, her zaman idealleştirilmiş, arındırılmış ve objectivizm süzgecinden geçmiş bilgiye üstündür. Heidegger’de aşkın bilgi yerini tecrübe edilen varoluşa bırakır.
Böylesi bir açıklama özel olanı, kişisel deneyimi, farklı zeka girdilerini, genellemelerin yanı sıra gündelik olanı içermek durumundadır. Bununla ilgili olarak C.G.Jung kollektif bilinç altından ve arketiplerden, H. Dreyfus prototiplerden söz ediyor.
ÖNEMLİ, Artık mekan gibi soyut bir kavram yerine yer gibi somuta ilişkin özellikleri bünyesinde barındıran kavramları, özel örnekler üzerinde yoğunlaşmayı, kişilere ait hikayelerle uğraşmayı seviyoruz. Benbütün mimarlığın kendi gerçekliğini tanımasında son derece yardımcı olacağını düşünüyorum.
(Uluoğlu,B.,2001, Mimarlığın ve Mimarın Olası Bilgi Alanları Üzerine)
insan kendisine nasıl pozitif olur ki?
1- Soru: Bir insan bilimi olabilir mi? Cevap:Burada Foucault haklı. Anlamı belirleyenin kendi nesnelliğinin koşulu olduğu bir varoluşun sabit bir bilimi olamaz. Hiç bir bilim onu mevcut eden becerileri nesnelleştiremez. Ancak bu sadece, Kantçı insan tanımından vazgeçmemiz gerektiği anlamına gelir.
2- Soru: İnsan faaliyetlerine ilişkin bir bilim olabilir mi? Cevap: Burada da benim (Dreyfus) yorumladığım şekliyle Taylor haklı. Hayır, eğer kişi doğal bilim modelini izlerse...yani, eğer kişi insanın kapasitelerine ait bir kuram geliştiriken onları gündelik bağlamlarından koparıp bağlamdan bağımsız nitelikler olarak soyutlama yoluna giderse ve gündelik faaliyetleri bu niteliklere dayalı olarak kurallar ve yasalar ile yorumlamaya başvurursa...
3- Soru: Gündelik pratiğin dışında yer alan niteliklerle insanın kapasitelerini açıklayacak olan bir bilim olabilir mi? Cevap: Burada da Rorty haklı. Prensip olarak böyle bir kuram olabilir. Ancak, şunu da eklemeliyiz ki, ortada böylesi bir kurama ait hiç bir iz yoktur, bunun gerektireceği soyut niteliklere inanmak için bir neden yoktur, eğer varlarsa da bunları bulmak da mümkün değildir, bu soyut felsefi bakış açısı insan bilimlerinin karşı karşıya olduğu zorluklardan düne, bugüne ve yarına ait olanlardan hiç birine açıklık getirememektedir.
( Dreyfus, H.,?, Why Current Studies on Human Capacities Can never Be Scientific, Berkeley Cognitive Science Report No.11.) , alıntı:Mimarlığın ve mimarın olası bilgi alanları üzerine,2001, Uluoğlu,B)
Uluoğlu tasarlamanın bilgisini açıklarken neden sadece soyutlamalarla yetinemediğimiz ve bunu somut olanla, geneli de özele bağlama gereğini duyduğumuz konusunda ki sorusuna sonuncu madde ile açıklık getirebildiğini söylüyor.
mimarlığın duygu ve düşünce hayatı/ zamansallığı
Geçmişte, tasarım sürecinde ki çokta bilinçli olmayan durumları reddederek ya da onların tartışılmayacağını savunarak, mimarı, bir veri bankası olan ve girdi-çıktı ile çalışan bir bilgisayara benzetme yanılgısına sık sık düşüldüğü görülüyor. Bu durum, bilgiden ürüne aniden sıçradığımızı varsayar. Örneğin, sistematik tasarım yöntemleri aradki boşluğu dolduracak araçlar olarak süreci etaplama yoluna gitmişlerdir ama yine de somut ürüne geçiş aşamasını açıklayamamışlardır; analiz-sentez-değerlendirme üçlemesi mimarlığın somutgerçeklerini ve basit pratiklerini görmezden gelmiştir, mimarlığın bilgisini salt enformasyon olarak algılamışlardır. Heuristik arama bir miktar gerçek tasarlama sürecine yaklaşır, en azından aklımızın daldan dala sıçrama ve belirli aşamalarda kritik kararları verip rahatlama rahatlama eğilimini yakalayabilmiştir, ama yine mimarlık yapmayı salt enformasyon işleme olarak görme ve bir daldan diğerine neden sıçradığımız meselesine hiç girmeme tercihini yapar. Bütün bunların nedeni, mimarlığın duygu ve düşünce hayatının tasarım sürecinin dışına itilmesidir.
Uluoğlu şöyle der: 1. Bilgi ve bilmek arasındaki farkların bilincinde olmalıyız.(bilgi depo bilmek an) 2. Bilmek salt mantık süreçleri sonucu oluşmuyor, bedensel, sezgisel, içgüdüsel ve entellektüel daha bir çok girdi bilmeye katkıda bulunuyor. 3. Bugüne kadar doğal bilimlerin yöntemleriyle açıklamaya çalıştığımız tasarlama süreci ve bilgisi, belki de başka açıklama biçimleriyle kendisine ait bir kuram, değilse de bir sistematizasyon oluşturabilir. Böylesi bir açıklama özel olanı, kişisel deneyimi, farklı zeka girdilerini, genellemelerin yanı sıra gündelik olanı içermek durumundadır. Böyle bir yol izleyerek mimarlığın ve tasarımın kuramını, ontolojik durumunu açıklayabiliriz. ......tasarlama eyleminin yer ve zamana bağımlı olduğunu, bunun yanı sıra da her tasarımcının ayrı özellik ve birikimler segilediğini biliyoruz....der......özel durumlarla baş edebilme becerisinin, her ne kadar o bölgeye bulaşmak istemesek de, deneyimlerden edinilen bilgiler aracılığıyla gelişen sezgi ve yaratıcılık gücünün o kişideki gelişmişlik düzeyiyle paralel olduğu da açık. Ve eğer, insanın bu tür kapasiteleri geliştirilmemişse, ne tür bilgi depolarsanız depolayın iyi sonuç alınamayacağını da biliyoruz ve görüyoruz.
İntuituon/ The Inside Story/R. Davis- Floyd ve P.S. Arvidson
Marcie Boucouvalas.......sezgi calısmaları<.... intuituon kitabına bak
McCosh-1882- iki tür bilgi 1 gözlem ve deneyime dayalı bilgi 2 düşünceler, ilkeler, gerçekler, gibi aklın kendi iç aydınlığı ile algılanabilecek bilgi.
-Önsözde:R. Davis- Floyd ve P.S. Arvidson Doğrudan deneyim, şeylerin olduğu gibi yaşanması/algılanması tanımını yapıyorlar ve “filler yapıyor, sinekler yapıyor, kuşlar yapıyor, arılar yapıyor, neden insanlar yapamasın?” diyorlar. Bergsonun doğrudan dolaysız deneyimi gibi..
-Charles Loughlin sezgiyi nörolojik açıdan inceleyerek, bir nevi bilinçaltı enformasyon işleme mekanizması olarak tanımlıyor. Bu tanımlar önceleri Freud(1900-Rüyalar ve yorumlarında ) ve biliş bilimcilerinden Selfridge(1959) ve sonra Neisser(1967) tarafından yapılmış.
Ama adı sezgi olmamış.(bergson sezgiyi tüm bunlardan farklı tanımlar içgüdü diil) Freud aklı iki ayrı organizasyonun bir araya gelmesinde oluştuğunu savunur: Birincil ve ikincil düşünce süreçleri. Birincil süreçler bilinç dışında yer alır ve bunlara serbest çağrışım ile ulaşılabilir. İkincil süreçler ise rasyonel muhakemeyi ve amaca yönelik düşünceyi içerir. Sezgisel- rasyonel, mantık dışı-mantıklı, otistik-realist ikilemleri, psikologları, düşüncenin iki türü olduğu yolunda sorgulamalara götürmüştür. Freud’a göre, birincil süreçler zengin bir kaos yaratırken, ikincil süreçler kuru bir mantık üretir;Freud’un, düşünceyi salt mantıki bir silsile olmanın ötesine götürmek suretiyle, bugün bile açıklamakta zorluk çektiğimiz kimi olguları (sezgi,düşüncede bir yerden başka bir yere sıçrama, düşüncenin aniden bloklanması, vb gibi) açıklama çabası önemlidir. Ama bergson boyle özneyi yine kapalı devre gorme olarak soyler...( Freud, S., 1900, The İnterpretation of Dreams. , A.A.Brill,ed, 1938, The Basic Writtings of Sigmund Freud, New York, Modern Lib. Bak bakalım.
Neisser, bu ikili organizasyonun paralel ve ardışık işlemleri hatırlattığına değinir, paralel yerine Selfridge salınım yada sarkaç(pandomonium) terimini kullanır. Neisser ise çoklu işlem kavramını geliştirmiştir. Selfridge, O.,G., 1959, “Pandemonium: a paradigm for learning” The Mechanization of Thought Process London: H.M. Stationary Office. Neisser, U., 1967, Cognitive Psychology Englewood Cliffs, New Jersey: Prentice- Hall.
Sheridan, J., ile Pineault, A. In bak toprak-Kutsal hikayeler adını taşıyan yazısı. Ellenmemiş arazinin vahşeti ile içimizdeki vahşiden beslenen sezgi arasında kuvvetli bağlar kurarlar ve giderek azalan eldeğmemişlik ile sezginin kullanımdan uzaklaştırılması ve az değer verilmesi arasında doğrudan bir ilişki kurarlar; sezginin gelişebilmesinin ancak doğal ortamlarda olabileceğinden söz ederler. (pineault kendisi kızılderili)
(Uluoğlu,B.,2001, Mimarlığın ve Mimarın Olası Bilgi Alanları Üzerine)
Mimarlığın belleği ve zamanı yeniden kapsayışı
Bu güne kadar mimarlığın ciddi bir veri bankası oluşturulmuştur. Yine aynı ciddiyette, zenginlikte ve değerlilikte bir düşünce hayatı da oluşmuştur. Mimarlığın, tek tek mimarlarda en çok gelişmiş ama üzerinde en az konuşulan ve en az bilgi üretilmiş olan alanı onun duygusal özelliklerini içeren birikimidir. Bugüne kadar bu birikimler ayrı ayrı tartışma alanları oluşturmuş ve birbirine bulaşmamaya çalışmışlardır. Halbuki yapılacak olan olaya bir bütünün zenginliği ve sorumluluğu çerçevesinden bakmaktır. Mimarlığın normları ise duygusal ve mantıksal birikimlerimizi bir araya getirebilecek olan alt yapıdır.(Uluoğlu, B.,31.ekim.2001, Mimarlığın ve Mimarın Olası Bilgi Alanları Üzerine)
omurganın ortası Bergson
11 Kas 2008
farklı zaman kavrayışları
Her şeyin nesnel bir zaman ölçeğinde yerini bulabileceği öngörülür. Zamanın akışı saniyeler, dakikalar, saatler, günler, aylar, yıllar, çağlar aracılığı ile kayıt edilir ve kavranır. Zihinsel süreç ve algılamalarımızın bize oyun oynayabileceğini, saniyelerin ışık yılları kadar uzun ya da keyifli saatlerin farkedilmeyecek kadar kısa görünebileceğini biliriz hatta farklı toplumların(ya da aynı toplumların farklı alt gruplarının) farklı zaman kavrayışlarına sahip olabileceğini öğrenebiliriz fakat fizik biliminde tartışmalı bir kavram olan zamanın bu nesneleştiremediğimiz tanımını günlük programlarımızı dayandırdığımız sağduyumuza yaslanmış zaman anlayışımıza müdahale etmesine izin vermeyiz. Tablo bak (Harvey, D., 2003, Postmodernliğin Durumu, s:228)
Sözlü yazılı, niitelik farkı, ve zaman?
Sözlü yada yazılı iki durum arasındaki doğa farkı niteliksel bir durumdur. Bu farkın temeli kıvamıdır. Bu kıvam akış içinde gerçekleşmiş farklı durma hallerindeki mekan-zaman birleşiminin kıvamıdır. beliirişin arkasında ki zamansal farklılık arada ki nitelik farkını oluşturur. sözü söyleyenin yaşadığı süreç ile yazanın yaşadığı süreç farklıdır. bunun dinleyen yada okuyana geçişide farklıdır. Tüm bu farklar temelde zamanla ilgili farklardır. bu tür zamanla ilgili farklar o durumun niteliğini oluşturur.
Tasarım sürecindeki niteliksellik de bu süreçteki zamansal durumlardır. Algı, deneyim, hafıza tüm git geller ve o anlık beliriş bir kıvam sunar. bu tüm karışımın tekrar bir belirişe doğru akışında ki seçimler(yansımalar) sezgiseldir. Sezgi bu süreçteki tüm akan durumları tutar, zamanı sürece dahil eder.
(31) Modern öncesi ve modern kayıt/hafıza teknolojileri arasındaki sözlü/yazılı ayrımı için bkz.: Walter J. Ong; Orality and Literacy: The Technologizing of the World, Routledge,
Bülent tanju alıntıları
zamansal yırtılma özneyi ortaya çıkarır.
Zamansal yırtılma sadece özneyi ortaya çıkarmakla kalmaz, aynı zamanda içine düştüğümüz ilişkiler ağı ile kurulan yaratıcı ilişkinin dolayımı olan düşünce sürecinin, eleştirinin, tüm insan imalatının düşünen imalat olmasının olanaklılık koşuludur; zaman düşünceyi kışkırtır, giderek düşünmeye zorlar.
Zamanın niceliksel ve mekânsallaştırılmış, dolayısıyla doğrusal ve türdeş kavranışından radikal bir farklılık gösterir bu kavrayış. İlkinde, zaman sabit, boş ve tarafsız mekân içinde fiziksel bir hareket ve eylem olarak kavramsallaştırılır. Şimdi, sürekli dönüşmekte olduğu geçmiş ile sürekli yerini almakta olan gelecek arasında konumlanır bu modele göre; zaman şimdiden iki yöne doğru doğrusal ve türdeş bir ölçek ile uzanır.
Zaman-(23) Deleuze; Bergsonism ve D.N. Rodowick, Gilles Deleuze’s Time Machine, Duke University Press, Durham & London, 1997, özellikle s.: 122-138.
Mekân içindeki fiziksel hareket olmak yerine, zihinsel bir hareket, anımsama (recollection) olarak tanımlar zamanı Deleuze.
Bergson: “Bu geçiş ne doğrusal, ne de kronolojiktir, çünkü zaman sürekli olarak ikiye yırtılır, bir yandan belirsiz bir gelecek yönüne kayarken öte taraftan mutlak bir geçmiş içinde kaybolur.” (24)
aktaran: D.N. Rodowick, Gilles Deleuze’s Time Machine, Duke University ; s.: 125-6.
Deleuze’e göre bu durum zamanın temel işlemidir; her an geçmekte olan bir şimdiye ve saklanan bir geçmişe bölünür. Bu nedenle her an, bir anlamda çift katmanlıdır —geçmiş (bir zamanlar olduğu) şimdi ile birlikte varolur, kronolojik olmayan bir zaman yığını, virtüel arşiv olarak korunur. Bu yolla zaman aktüel ile virtüel, algı ile hafıza arasındaki kıyaslanamaz, ortak bir ölçüye indirgenemez niteliksel ayrımı oluşturur: Aktüel, geçmişi virtüel bir imgeye dönüşen şimdidir. Şimdi ile birlikte var olan bu virtüel imge, şimdinin bir yandan algı, öte yandan ise anımsama olarak çift katmanlı olmasının nedenidir ve zamansal bir bölünmenin sonucu olarak özne kavramı buradan kaynaklanır. Bir anlamda, özne oluş süreci ben’in sürekli bir öteki oluşu, ötekine akışıdır: Virtüel hafıza (geçmiş), aktüel algıyı (şimdiyi) biçimlendirir, yönlendirir ve seçime zorlarken, eşzamanlı olarak aktüel algı (şimdi) virtüel hafızaya (geçmişe) yazılarak/kaydedilerek onu yeniden-biçimlendirir. (25)
(25) Deleuze; Bergsonism, s.: 40-43.
Her türlü düşünce, eleştiri ve düşünen imalat virtüel ile aktüel, hafıza ile algı arasındaki bu gidiş-geliş sürecinin, eşzamanlılığın içinde, çift katmanın arasındaki küçücük aralıkta/ayrımda ortaya çıkar. Bu aralıkta ortaya çıkan her imalat farklı bir gerçeklik önermesidir, dolayısıyla öteki gerçeklik önermeleri ile karmaşık bir karşılıklı ilişki ağı içinde yer alır. Gerçeklik önermelerinin farklılaşması pozisyonları sabitleşerek aşkınlaşmış öznelerin (superject’lerin) bakış açılarından kaynaklanmaz, bu anlamda öznel bir görecilik değildir söz konusu olan. Aksine, hem özneler hem de nesneler sürekli bir dizi (continuum) oluşturan maddenin kesintisiz akışı içindeki varyasyonlardır. Gerçeklik, varyasyonun gerçekliğidir, dolayısıyla özne ve nesne sabit olmak yerine sürekli hareket
(27) Gilles Deleuze; The Fold: Leibniz and the Baroque, çev.: Tom Conley, Continuum,
ilişkilerin görüngülere içkin ...özne
İkinci olarak, Deleuze’e göre, geleneksel ampirizm ilişkilerin rolünü görmez. Sadece deneyim üzerine inşa edilerek, görüngülerin ilişkisel yönlerini ihmal eder, daha doğrusu ilişkilerin görüngülere içkin olduklarını varsayar. Oysa, ona göre, ampirizmin tek olası tanımı ilişkilerin görüngülere dışsal olduğu kabulu ile olanaklıdır. Başka bir ifade ile, şeyler arasında kurulan ilişkiler şeylere içkin değildir, baştan onların içinde değil, aksine dışsaldırlar ve kendi mekânlarını işgal ederler. Dolayısıyla, Deleuze sadece deneyim tarafından tanımlanan değil, fakat ilişkiler tarafından tanımlanan bir ampirizm kavramsallaştırır. Bu önermenin sonucu, dünyanın deneyimlenmesinin algılar arasında ilişkiler kurulduğu sürece anlamlı olduğu ve anlama eyleminin de tam bu farklı deneyimlerin, aralarında kurulan ilişkiler yolu ile karıştırılması/birleştirilmesi sürecinden ibaret olduğudur.
özneyi verili olana gömer
Böylece, verili olandan yükselerek, verili olanın aşkın bilgisine erişmek olarak betimlenebilecek klasik aşkınlaştırıcı yanıt yassıltılarak bir yüzey üzerinde/içinde harekete dönüştürülür; özne ve ilişkileri içkinlik düzleminin dışında, yukarısında olmak yerine içinde konumlanır.
(22) Öznelliğin ve düşüncenin üretiminin içkinlik düzlemi üzerinde/içinde bir hareket/eylem olarak başarılı bir betimlemesi için bkz.: Branka Arsic; Thinking Leaving, (Deleuze and Space, ed.: Ian Buchanan & Gregg Lambert, Edinburgh University Press, Edinburgh, 2005 içinde) s.: 126-143.
Verili olan, özne ve aralarındaki ilişkiler, eşit önemde ve birbirlerinden ayrı kendilikler olarak aynı düzlem üzerinde yer alırlar. Bu kavramsallaştırma, öznenin ilişkisel niteliğini merkeze alır; özne ilişkiler kurma süreci içinde ve bu süreçle ortaya çıkar, ilişkilerle kurulur. Özne verili olan tarafından biçimlendirilmek yerine, verili olanla bir dizi üretici, yaratıcı karşılıklı ilişki içine girer ve içinde bulunduğu çevresini biçimlendirirken kendisi de biçimlenir. Her tür etkinlik, pratik ve yaratıcı, düşünen bir imalattır; bağlamının sonucu olan ya da bağlamını önceleyen özne kavramı yerini yaratıcı bir ilişkisellik içinde imalatı ile kurulan özne kavramına bırakır.
10 Kas 2008
bilgi deneyimin nesnelleşmiş hali...
Ian Buchanan, Deleuze üzerine kitabında, Deleuze düşüncesini aşkın ampirizm olarak adlandırır. (21) Ampirizm terimi geleneksel olarak bilginin deneyim yolu ile edinildiği bir süreci işaret eder. Bilgi sadece başlangıç noktası olarak deneyime dayanmaz, tamamen deneyimden edinilen, bir anlamda edinilmiş deneyimlerin toplamı olarak tanımlanır. İşte, Deleuze de kendi Hume okumasında iki önemli ampirizm eleştirisi geliştirir. Bunlardan ilki, geleneksel ampirizmin bilgi tanımına ilişkindir. Ona göre, klasik ampirizmin hayati sorunu bilginin bir amaç olarak tanımlanmasıdır; çünkü der, bilgi bir pratik etkinliğe onu gerçekleştirmenin aracı olarak sıkıca bağlıdır. Ortaya çıkardığı eylemle ilişkisi dışında bilgi yoktur; deneyim dolayımı ile bilmek bastırılamaz biçimde eyleme sürükler, ya da bilmek ama bilinene ilişmeden eylemek olanaksızdır. Kuşkusuz —kolayca kestirilebileceği gibi— bu ilişki bir öncelik-sonralık ya da temel ilişkisi değildir, dolayısıyla söylenmek istenen bilginin eylemin temeli, öncülü olduğu değil, basitçe birbirleri ile sıkıca ilişkili oldukları, sırası öngörülemez bir biçimde birbirlerini izledikleri, bilmenin bir tür eylem, ya da eylemin bir tür bilgi olmasıdır.
(21) Ian Buchanan; Deleuzism: A Metacommentary, Edinburgh University Press, Edinburgh, 2000, 3. Bölüm, özellikle s.: 83-86.
bulent tanju
mimarlık ve felsefe toplantısı bildirisi
Bülent Tanju
Soyut, boş ve temsil edilebilir olarak hayal edilen zaman ve mekân, sayısız modern imalatla tanımlanmış, verili hale getirilmiş çokluk ile doldurulmaya, yeniden mutlak bir biçimde düzenlenmeye ve kontrol edilmeye çalışılır. En az zaman ve mekân kadar soyut bir insanlık kavramından, mekân ile zamanın zorunlu ve verili içeriği olduğu varsayımına yaslanan millet kavramına kadar tüm imalat, indirgenemez faklılıklardan oluşan çokluğu mitik, bütünsel bir cemaate, tüm zamanlar için verili bir halka dönüştürmeye çalışır. Hiçbir anlatı hayal ettiği kesinliğe ulaşamaz, buna karşın herbiri çokluğu farklı perspektiflerden disiplin altına almanın aracına dönüşür. Herbir anlatı, kendi imalat alanında modern-öncesi bütünsellik anlatısının yerine geçen kısmi, ersatz anlatılar olarak araçsallaşır. (19)
(9) Virtüel ve aktüel sözcüklerini özellikle kullanıyorum. Virtüel sözcüğü kuvve’den fiile geçmemiş olana; zımnî, açıkta olmayan kuvvete; muktedir olmaya işaret ediyor. Benzer şekilde, aktüel de kuvve’den fiile çıkmış olana. Burada önemli olan, olanaklılık/gerçeklik ilişkisinden tamamen farklılaşan bir kavramsallaştırmanın söz konusu olmasıdır. Olanaklı olanın kendi başına herhangi bir gerçekliği olmadığı varsayımına karşın (olanaklı olan gerçekleşir), virtüel olan henüz aktüalize olmamış olmasına karşın tamamen gerçek olarak kavranır (virtüel olan açığa çıkar ya da muktedir olunan fiiliyata geçer). Olanaklı olan ve gerçekleşme kavramsallaştırması, kavramları arasında önceden varolma ya da önceden biçimlenmeye dayanan bir benzerlik ilişkisi kurar; gerçeklik ile olanaklı olan benzeşirler. Oysa aktüel(ler), virtüel olan(lar) ile benzeşmez, aralarında benzerlik olarak tanımlanabilecek bir ilişki yoktur; daha çok her karmaşık, tekil olayın (aktüalizasyonun) biricik ve yeni olmasını sağlayan bir farklılaşma, buluş ve yaratıcılık ilişkisi vardır. Zaman içinde ve zamanla ortaya çıkan yaratıcılık ile önceden olanaklı olanı basitçe gerçekleştirme eylemleri birbirlerine indirgenemezler. Giderek olanaklı olanı gerçekleştirme kavramsallaştırmasının niteliksel anlamda yeniliği yok ettiği ya da daha doğrusu disipline ettiği, zamanın bozucu olarak kavranan etkisini ortadan kaldırmaya çalıştığı söylenebilir. Bütün imalatın, düşünen imalat olmasını sağlayan, nasıl ve hangi araçlar ile kontrol edilirse edilsin, her zaman olanaklı olanın gercekleştirilmesinden daha fazlasına muktedir olmalarından kaynaklanır.
-Daha önce de belirtildiği gibi, açıkça indirgenemez bir heterojenlik ve melezlik içermesine karşılık, modern imalat iki eksen etrafında yığılır. Birbirlerinden ayrış(tırıl)mış boşluklar olarak kavranan mekân ve zaman bu eksenleri tanımlar.
Mekânsal ekseni, kabaca tarafsız boşluk olarak tanımlanan mekânın nesnel düzenlenmesi eğilimi tanımlar. Temel varsayım, bir yandan özne ve öznenin zamansallığı ile karmaşıklığının dışlanmasına, öte yandan nesnenin bir tür aşkınlaştırılmasına, nesne ile bilgisinin (hayat ile temsilin) bir tür şeffaflık ilkesi uyarınca birbirleri ile eş ve aynı olabileceklerine dayanır. Özne ve zamandan arındırılmış sabit, itiraz kaldırmaz (apodictic) biçimler/temsiller —biçimsel mantık, matematiksel ve geometrik düzenlilikler, rasyonel biçimlendirici sistemler- bu eksen etrafında yığılan imalatın üretici makineleridir. (20)
Klasik, yeni ve mantıksal her türlü pozitivizm, yapısalcılık, tüm türleri ile biçimcilikler, Rönesans’tan başlayarak Le Corbusier’nin Modulor’una kadar tüm oran sistemleri, Durand’dan başlayarak bütün eklektisist mimarlıkların tasarım yordamı olan rasyonalist kompozisyon sistemleri, zamandan arındırılmış sorgulanamaz kültürel standartlara yaslanan tüm klasisist anlatılar, Ledoux’nun Chaux kentsel tasarımından Hilberseimer’in modern kentine kentsel tasarım, zamanın ve öznelliğin bozucu etkisinin dışlandığı ütopyalar, modernist mimarlık, konstrüktivizm, kübizm kısmen ya da tümden bu eksenin etrafında/yakınında yer alırlar.
zamanın ve mekanın ara kesiti
5.İhmal edilmiş olduğu söylenen üçüncü eğilim ise, zaman-mekân ya da özne-nesne ikili karşıtlığı, gerilimi arasına sıkışmış bir aralık olarak betimlenen içkinlik düzleminin, üzerinde ilişkisel güçlerin, hareketlerin yer aldığı sınırsız/eksensiz/merkezsiz bir plato/düzlem olarak betimlenmesi; basitçe değinilen ikili karşıtlık şemasından (vadi betimlemesinden) vazgeçilmesidir. Platonun epistemolojik ilkesi, ne aşkın bir —bireysel ya da toplumsal— öznelliğin tarih ve gelenek yorumu, ne de yine aşkın bir nesnelliğin rasyonalist/mekanik yaratıcılığıdır; bu ilke bir tür radikal perspektivizm olarak tanımlanabilir.
. Bu perspektif çoğulluğu, ne özne ne de nesne üzerine inşa edilemez. Daha çok, bütün düşünen imalatın içsel olarak beklenmedik, öngörülmedik farklılıklar ürettiğini varsayan dinamik bir çokluk kavrayışından kaynaklanır.
Zamansal ve mekânsal eksenlerin kurmaya çalıştıkları dikey hiyerarşinin yerini, yatay bir güçler ağı, yatay bir akışkanlık alır. Bu ağ içinde, geçici durulmalar, tekil olaylar ortaya çıkar, özne ve nesne bu durulmaların sonucudur. Ancak, bu durulmalar özne ve nesneyi, ne tamamlanmış bir tanıma kavuşturur ne de onları kesin bir hareketsizliğe gömer; akışın öngörülemezliği, imalatın bitimsiz farklılık üretme niteliği nedeni ile sürekli başka oluşlara açıktırlar. Böyle bir üretimin keşfe, anlamaya yarar modeli, ne yorumsal, ne de tümdengelimlidir; olsa olsa soykütüksel/kartografiktir. (heuristic e karsılık olarak soylenebilir)
bunun Ata'nın ölümüyle bir ilgisi yok!
9 Kas 2008
Deleuze...
14 Proust, Le Temps Retrouvé, ch. III: see the fourth line from the bottom of this page, or, in English translation, the thirteenth paragraph here.
15Desert Islands, p. 36.
16^ See "The Method of Dramatization" in Desert Islands, and "Actual and Virtual" in Dialogues.
Plane of immanence is a founding concept in the metaphysics or ontology of French philosopher Gilles Deleuze. Immanence, meaning "existing or remaining within" generally offers a relative opposition to transcendence, a divine or empirical beyond (constituting the basic divided line of metaphysics or experience which haunted philosophy for so long). Deleuze, however, employs the term plane of immanence as a pure immanence, an unqualified immersion or embeddedness, an immanence which denies transcendence as a real distinction, Cartesian or otherwise. Pure immanence is thus often referred to as a pure plane, an infinite field without substantial or consistent division. In his final essay entitled Immanence: A Life, Deleuze writes: "It is only when immanence is no longer immanence to anything other than itself that we can speak of a plane of immanence."[1]
^ Deleuze, Pure Immanence, p.27The plane of immanence is metaphysically consistent with Spinoza’s single substance (God or Nature) in the sense that immanence is not immanent to substance but rather that immanence is substance, that is, immanent to itself. Pure immanence therefore will have consequences not only for the validity of a philosophical reliance on transcendence, but simultaneously for dualism and idealism. Mind may no longer be conceived as a self-contained field, substantially differentiated from body (dualism), nor as the primary condition of unilateral subjective mediation of external objects or events (idealism). Thus all real distinctions (mind and body, God and matter, interiority and exteriority, etc.) are collapsed or flattened into an even consistency or plane, namely immanence itself, that is, immanence without opposition.
pis kedi
7 Kas 2008
inspiration?
çamur maske ödevi
Tasarım sürecinde tasarımcı üzerinde ilk farkettiğimiz durum, pozitif bilimin kapalı devre olarak tanımladığı özne tanımının dışında davranışlar belirtmesidir. Çamur malzemeden maske tasarlamak isteyen öğrenciler ilk olarak daha önce maske ile yaşadıkları deneyimlerle bağlantılı olan fikirleri ortaya koyarlar. Kimisi için maske korkuyu çağrıştırır ve bu korkunun uzantısı palyaço maskesidir. Kimisi maskeyi ...... Bu tür çağrışımların ana kaynağı deneyimsel olarak edinilenleri barındıran “bellek” tir. Burda ki bellek tanımı kapalı devre olan öznenin edindiklerini anılar olarak kodlayıp, depoladığı bir “hafıza” değildir. Bellekte çağrışımlar kronolojik olarak sıra ile değil, sıçramalar ile olur. Tüm deneyimler tüm beden aracılığı ile kaydedilir. Tasarımcı, tasarım sürecinde nasıl sorusuna cevabı ilk olarak belleği aracılığı ile kendini çözerek başlar. Belleğin devreye girişi, tasarımcının “süre” , yani bir aralık olarak sürece dahil oluşudur. Çocukken görülen palyaço maskesi, belleğin bir bölgesinden umulmadık bir şekilde aktif hale gelir. Herbir tasarımcının belleği (birikimi) farklı, kişisel olduğu gibi süreç içinde hangi anı parçasının aktif hale geleceği de öngörülemezdir. Tasarımcı bu dinamik ve kişisel belleği sayesinde zamansal bir aralık olarak tasarım sürecine dahil olur. Bu durum aynı zamanda tasarımcının nitelikselliğidir.
Diğer taraftan malzeme olarak çamur da nesne olarak değil, zamansal bir aralık olarak çözünmeyi bekler. Malzemenin kaderinin açılımlanması.
6 Kas 2008
uff
Hibrid sistemlere doğru...
Gerek klasik YZ yaklaşımları, gerekse Bağlantıcılar içsel bir mekanizma ile uğraşırlar; ikisinde de eksik olan, sistemi harekete geçiren aktif bir çevrenin varlığıdır.
Kimi yakın dönem çalışmaları, çevreyi ve sistemi bir bütün olarak kabul eden alternatif yaklaşımlar geliştirmişlerdir. Bu yaklaşım biçimiyle Zen’in “evrensel akıl” anlayışı arasında yakınlık kurulabilir, ya da çevre ile bizim aramızda bir arayüz olmadığını savunan Hermeneutik yaklaşımlar arasında..
Bu yaklaşımlardan bir modeli size tanıtacağım. Bu modelde beden ve çevre daha büyük bir bütünün parçaları olşarak kabul edilirler.
Burada sorunsal “zeki sistemlerin (burada akıl) ‘dünyada’ zeki olarak davranabilmeleridir (sınırlandırılmış yapay bir dünyada değil)”.
R.A.Brooks’un böyle bir model üzerine olan araştırmasındaki yaklaşım budur. Varsayım,
"Artifical intelligence research has founded on the issue of representation. When intelligence is approached in an incremental manner, with strict reliance on interfacing to the real world through perception and action, reliance on representation disappears. In this paper we outline our approach to incrementally building Complete İntelligent Creatures. The fundamental decomposition of the intelligent system is not into independent information processing units which must interface with each other via representations. Instead, the intelligent system is not into independent and parallel activity producers which all interface directly to the world through perception and action, rather than interface to each other particularly much."
(Brooks, Rodney, A., İntelligence without representation, syf81)
“insan düzeyinde zeka bugün için çok karmaşık ve doğru alt parçalara düzgün bir şekilde ayrıştırılabilmek için çok az anlaşılmıştır, bu alt parçaları bildiğimizi varsaysak bile hala aralarındaki doğru arayüzleri bilmiyor olacağız.”
Önerileri, zeki sistemlerin peyderpey inşa edilmesi gerektiğidir, böylelikle her aşama kendi içerisinde bir bütünlük oluşturacaktır, aynen biyolojik akıllı sistemlerde olduğu gibi.
Brooks şöyle der:
Tek hücreliler başlangıçtaki çorbadan yaklaşık 3.5 milyar yıl önce çıktılar. Fotosentez yapabilen bitkiler ortalıkta görünene değin bir milyar yıl daha geçmesi gerekti. Yaklaşık bir buçuk milyar yıl daha sonra, 550 milyon yıl kadar önce, ilk balık ve omurgalılar sahneye çıktılar, daha sonra, 450 milyon yıl önce de böcekler. Sonra işler daha hızlı gitmeye başladı. Sürüngenler 370 milyon yıl önce, dinozorlar 330 yıl önce ve memeliler 250 milyon yıl önce ortaya çıktılar. İlk primatlar 120 milyon yıl önce belirdiler ve büyük maymunların öncülleri ise 18 milyon yıl önce. İnsan bugünkü haliyle 2.5 milyon yıl önce meydana geldi. Tarımı icadı 19,000 yıl önce oldu, yazıyı icadı 5000 yıldan önceydi ve “uzman” bilgisine ancak birkaç yüzyıl önce ulaştı.
Yine Brooks der ki,
“hareket kabiliyeti, keskin görüş ve dinamik bir çevrede varolmaya ilişkin işleri yapabilme yeteneği, gerçek zekanın gelişmesi için gerekli temeli oluşturur”.
Aktivite üreten katmanlar:
Her aktivite duyumsamayı eyleme bağlar. Aktivite:
Dünya ile karşılıklı ilişkilerin örüntüsü. Yaratıklar (ajanlar), davranış üreten sistemler.
Araştırma grubu bir dizi robot inşa ediyor; aralarında iş ayrıştırmasına ilişkin farklı metodolojiler bulunmakta: Allen ve Herbert.
Hibrid sistemlere doğru
Kimi bağlantıcı ağlar sembol manipülasyon sistemleri oluşturabilir, bu da hibrid sistemlerin oluşturulabileceğini gösterir.
Prototipler, arketipler, kalıplar, tipolojiler, metaforlar, analojiler, hibrid sistemleri düşünmemizde bize yardımcı olabilirler – ki bunlar aynı zamanda hem soyut hem de somut sistemlerdir.
referanslar
R.A.Brooks (1991) Intelligence without representation, Artificial Intelligence Journal 47; pp.139-160.
B.Logan, T.Smithers (1989) The Role Of Prototypes in Creative Design; DAI Research Paper No.453, University of Edinburgh.( Belkıs Uluoğlu, Aklın mimarisi ders notu)
Akışa karşın durağan olanlar
Bu soruya Herakleitos'un yanıtı şöyleydi: Her bir maddenin formu uzun bir dönem içinde aynı kalmasına karşın, özü sürekli olarak değişmektedir. Bu olguya bağlı olarak "ölçüler"e uyulmaktadır.
(Herakleitos, Kırık Taşalar, çev: Alova, syf 151)
5 Kas 2008
Kant görünüş-öz ayrımının yerine beliriş-koşullar'ı koyuyor.
fenomen-duyulur deneyimin verdiği şey, deneyimlenen
noumenon- kendinde şey, saf, düşünülen şey olmaktan başka şey olmayan.syf22
Fenomen=Beliriş. Fenomen ardında bir özün bulunacağı bir görünüş değildir. Belirdiği kadarıyla belirendir. Bu belirme özneye olur. her deneyim bir öznenin deneyimidir, bu özne mekanda ve zamanda belirlenebilir. Bu özne ampirik bir öznedir. Tüm bu koşulların ötesinde ise transandatal bir özne tanımlar.(Bu nesnel özneyi, koşullarının ötesinde tanımlamaya yönelik. Özneyi zamanına diker) birçok yerde tanrı bu tanımda.
Belirişin kendisinin ampirik öznelere belirmesine karşın her belirişin koşullarının bağlandığı düzey. zaman, mekan ve kategoriler bu transandantal öznenin boyutlarıdır. syf24
Burdan Bergson'un nitelik farkı boyutu gecilebilir. duration
süheyla teyze
draft
Bir merkezi sistem- sembolik enformasyon işlemcisi
Alıcı modüller- sembollerin tanımı
Eylem/Tepki modülleri- istenen eylemin sembolik tanımı vehareket.
Newell & Simon’ın EİS (IPS) bu sembolik yapılanmanın temel/tipik bir modelini sunar(referanslar)
Ö. Akın
H. Simon-farklı düşünce süreçleri olabileceği.
Tasarım sürecinde, sistem sembollerle yapılanmaz. Tasarımsal soru, nasıl sorusu sembollerle sistematize edemediğimiz durumları anlatır. Ö. Akının Anolog temsillerine daha mı yakındır. SORU... Sonucu sürecin kendisi belirler. Sürecin kendisi. Bu anlamda tasarım problemi klasik anlamda problem çözümünden farklıdır. Klasik anlamda problem çözümü herkes için aynı sonuca ulaşmayı hedeflerken, tasarım probleminin çözümünde kişisellik ön plana çıkar. Bu kişisellik tasarımcının kendi deneyimleri ile elde ettiği birikimi, kavrama ve algılama biçimi kısaca sezgiselliğidir. Bu kişisell sezgisel kavrayış tasarımcının birikimini ve öngörülerini aynı anda devreye sokar. Bu tanım içinde nitelik ve zamansallıkta var.
Tasarımcının tarzı, tasarımcının sürecinin bir fonksiyonudur.(Simon)
Duyusal bütünsel, doğrudan kavrayış.
Tüm YZ çalışmaları ve devamında ki Bağlantıcılık çalışmaları Akıl'ı temsili bir düzleme indirger ve çevresinden bağımsız kılar. Tasarım problemi gibi temsili süreçler ve sembollerle ifade edemediğimiz problemlerin ele alınışı için bu bakış açıları yetersiz kalmaktadır. ( Yorumun, irade nin açıklanamayışı)
Doğa ile aramızda temsili bir düzlem olduğu varsayımından çıkan bu çalışmaların en önemli eksiği, deneyimin altlığı olan aktif çevrenin ve deneyimin aracı olan bedenin yok sayılmasıdır. Kapalı bir sistem olarak özne, ya da akıl'ın problemler karşısında ürettiği sonuçlar, öneriler de sonuçları sınırlı olasılıklar toplamıdır. (Olasılık teoremi) Fakat insanın ürettikleri ve düşüncesinin sınırsızlığı düşünülürse, içinde bulunduğumuz çeşitlilik ve karmaşıklık bu varsayımlarla açıklanamaz.
Tasarım sürecini de herhangi bir indirgeme ya da ön bir varsayım öne sürmeden inceleyebilmemiz için tüm varsaydığımız ayrışmaları, içinde bulunduğumuz ve bir parçası olduğumuz bütüne doğru birleştirmek bu tezin esas amçlarından biridir. Bu tür bütünsel bir bakış daha zor olsa da tasarım sürecini açıklamaya daha yakındır.
Hermeneutik yaklaşımlar...
R.A.Brooks’un inteligence without representation...bak
Duygular hisler anlamak????
Bilgisayar -Metaforu- AI çalışmaları
Klasik YZ araştırmacıları düşünmenin bir sembolik yapılanma ve sembolleri ilişkilendiren kurallar aracılığıyla olduğuna inanmışlardır.
Temel varsayımları aklın bir bilgisayar gibi ele alınması gerektiğidir.
Şunlardan oluştuğu öne sürülür:
“bir merkezi sistem (sembolik enformasyon işlemcisi), girdi olarak alıcı modüller (dünyanın sembolik tanımını iletir); ve çıktı olarak eylem modülleri (istenen eylemlerin sembolik tanımlarını yapar ve bunların gerçekleşmesini sağlar)”(Brooks,R,A, İntelligent without representation, syf 87)
Newell & Simon’ın EİS (IPS) bu sembolik yapılanmanın temel/tipik bir modelini sunar.
Ö.Akın tasarımcı düşünme ile bilimsel düşünme arasındaki ayrımlara geçmeden önce H.A.Simon’ın düşüncelerini kısaca özetler;
bu açıklama farklı düşünce süreçleri olabileceğini öne sürer;
yine de hepsi temsili formattadır.
EDRA bildirisinde Simon,
Tasarım problemlerinin temsilinin onların çözümünün anahtarı olduğunu;
Tasarımın karmaşıklığının problemlerin, daha küçük, daha kolay ele alınabilir ve potansiyel olarak iyi-tanımlanmış alt-problemler ile temsil edilerek ehlileştirilebileceğini;
İnsanın hafıza sisteminde süre giden enformasyon paketlenmelerinin evrensel olduğunu;
Tasarımcının tarzının onun sürecinin bir fonksiyonu olduğunu;
Gelişmekte olan mimari tasarım psikolojisi alanının bu temel üzerinde kurulduğunu,
Söylemektedir. O günden bu yana bir çok gelişme olmuştur.
Ö.Akın temsilin iki kategoride ele alınabileceğini söylemektedir, analog (naiv temsiller) ve sembolik (fizik temsiller);
Ve “belirli problemleri çözmede belirli temsillerin daha uygun olduğunu” belirtmektedir.
İlk kategori için Fizik problemlerinin makara ve ipler, vb.le temsili; ikincisi içinse problemin kuvvet, enerji, vb. biçiminde temsil edilmesi örnek gösterilir.
J.Haugeland şöyle söylemektedir:
“Bu sistemler mantık formülleri, cümleler, ve çıkarımlar türü sentaktik kalıpların işlenmesinde iyi sonuç verirler.”
Kısaca, az çok seri çalışan sistemlerin yönetiminde ve sistemin sembolik bir yapılanma şeklinde inşa edilebildiği durumlarda (örneğin, dil, sayılar, vd.) iyidirler.
Sistemin amacı çevrilebilme/dönüştürülebilme ve semantik yorumlama imkanına dayalıdır.
Rosenberg, Fodor, Pylyshyn
referanslar
M.Minsky (1975) A Framework for Representing Knowledge, P.H.Winston, ed., The Psychology of Computer Vision; New York: McGraw Hill.
A.Newell & H.A.Simon (1972) Human Problem Solving; Englewood Cliffs, New Jersey.
J.A.Fodor (1989) Why There ‘Still’ Has To Be a Language of Tought. In:Computers, Brains and Minds, P.Slezak & W.R.Albury, eds.; Dordrecht: Kluwer Academic Publ.
(Belkıs Uluoğlu Aklın Mimarisi)
4 Kas 2008
Sözünü ettiğimiz bu akıl-beden ikileminin uzun bir geçmişi vardır: Plato’nun zeka ile bedeni ayırması ile başlar; Aristoteles’in, aynı şekilde Descartes’ın, kuramı pratikten ayırması, ile Batı düşüncesinde devam eder. Buna rağmen kimi Doğu düşünürlerinin farklı bir akıl/zeka düşüncesi vardır, örneğin Zen’in. Burada akıl ortadan kalkar, en azından bizim anladığımız biçimiyle. Shen-hsiu’nun Zen öğretisi şunları söyler:
1) Aydınlanma aklın uyanışı değildir; bu, entelektüel bir durum değildir.
2) Akıl sakin durduğunda, duygular da sakinleşir, yatışır; işte bu tüm bilginin en yüce olanına kapıların açıldığı andır.
3) Kapılar nihai bilgiye açılınca zeka da beden de özgür olur.
4) Akıl ile beden arasındaki ikilem yok olur ve bütünü en doğal ve en gerçek biçimiyle kavramak mümkün hale gelir.
5) İşte bu, her şeyin armonik bir bütün olduğunu, her şeyin aynı biçimde olduğunu, her şeyin aynı özden olduğunu kavradığımız andır. Ve bu aydınlanmadır.
Evrensel bir zeka olduğuna ve bunun bireylerin aklında aranması gerektiğine inanır.
(aklın mimarisi,Belkıs uluoğlu)